Rüzgâr serin ve tatlı bir şekilde esiyor, yüzünü okşayarak her geçişinde tenini ürpertiyordu, ara sıra duyulan uğultular ise bir peri masalının içindeymiş gibi hissetmesine neden oluyordu. Sanki ona anlatmak istediği gizemli bir şeyler vardı, uğultular aracılığıyla onunla konuşmak istiyor gibiydi. Ne zaman bir meltem esse kendini bunu düşünmekten alıkoyamıyordu, cansız nesnelere ve olaylara anlam yüklemekten ilginç bir haz duyuyordu. Doğanın kendisiyle iletişim kurduğunu düşünmek, hayata olan bağını güçlendiriyor ve evrenle bir bütün gibi hissetmesini sağlıyordu. Önünde uzanan uçsuz bucaksız, mercan mavisi okyanusu uzun bir süre seyretti. Suyun derinliklerinde barınan milyonlarca canlının enerjisini damarlarında hissetmeye çalıştı ve daha sonra başını beyaz bulutlarla süslenmiş gökyüzüne doğru kaldırdı. Tam o sırada üzerinden geçmekte olan kuş sürüsünü gördü ve içinde ufak bir heyecan hissetti.

Ufuk çizgisinin üstünde belirmekte olan kara bulutları bir süre sonra fark etti, yaklaşmakta olan fırtınayı hava durumundan çoktan öğrenmişti. Şu an hissetmekte olduğu tatlı rüzgârın heybetli bir fırtınaya dönüşecek olması onu son derece şaşırtıyordu. Bu inanılmaz olaya kendi gözleriyle tanık olmak için okyanus manzarasını en iyi görebileceği yere çıkmıştı. Eski deniz fenerinin bulunduğu tepe, bütün körfezi ve kasabayı yukarıdan kapsamlı bir şekilde görebilmesini sağlıyordu. Dünyayı yukarıdan izlemeyi çocukluğundan beri seviyordu, haftada en az bir gün buraya gelip yaşadığı küçük kasabayı ve görüş menzilinde kalan her bir ayrıntıyı doyasıya seyrediyordu. Evlerin, insanların ve arabaların uzaktan küçük birer oyuncak gibi gözükmesi onu keyiflendiriyordu, itinayla yapılmış bir makete bakıyordu sanki. Yaşadığı küçük müstakil evi bile buradan görmek mümkündü, hele elinde bir dürbün varsa bütün kasabanın sırlarını öğrenmek işten bile değildi.

Ama o insanların özel hayatlarını ya da evlerini izlemek için gelmiyordu buraya, onu asıl ilgilendiren şey hayranlık beslediği doğa anaydı. Zaman ilerledikçe fırtına daha da yaklaşıyor ve rüzgâr gitgide kuvvetleniyordu. Buradan ayrılmak istemiyordu ama bunun son derece tehlikeli bir eylem olacağını da biliyordu. Bir bebek kadar meraklıydı etrafında olup bitenlere, tehlikeyi göze alıp yaklaşan fırtınayı son anına kadar izlemekte karar kıldı. Eğer rüzgâr ayakta duramayacağı kadar şiddetlenirse terk edilmiş deniz fenerine sığınırım, diye düşündü ve planı hazırdı. Tepenin en ucunda, ihtişamlı kalın gövdesiyle bir bekçi gibi tepeyi koruyan kayın ağacının yanına gitti. Buradan manzara daha inanılmaz bir şekilde görülebiliyordu. Bu heybetli ağacı deniz feneri ilk inşa edildiği zaman buraya dikmiş olmalıydılar diye düşündü. Ağaç belki de daha eskiydi ama görüntüsü deniz fenerine kıyasla daha güçlü ve canlıydı. Gökyüzüne doğru uzanan onlarca dal, gök kubbeyi ayakta tutan atlas gibi canlanıyordu gözünde. Ağacın gövdesine bir dostuna sarılırcasına sarıldı ve yaşlı gövdeyi sol eliyle okşadı.

Sırt çantasında büyük bir su, birkaç adet bisküvi, temel ilk yardım malzemeleri, birkaç ıvır zıvır ve sarı renkli balıkçı yağmurluğu vardı. Hava henüz sıcak olduğu için evden çıkarken yağmurluğunu giymeyi tercih etmemişti. Yağmur yağmaya başladığı an çantasından yağmurluğunu çıkarıp giyindi. Ellerine ve yüzüne düşen damlaları silmeden gökyüzüne uzun bir süre baktı. Rüzgâr artık iyice şiddetlenmişti, dengesini koruyabilmek için ağacından gövdesinden bir eliyle destek alıyordu. Rüzgâr sanki onun buradan gitmesini ister gibi itekliyordu, kendini koyuverse bir kâğıt parçası gibi süzülebileceğini düşündü. Yağmurluğun kapüşonu bir türlü yerinde durmuyordu, her seferinde rüzgârın şiddetiyle kafasından çıkıyordu, rüzgâra karşı koyamayacağını anladı ve kapüşonu geri kafasına takmaktan vazgeçti. Saçları yağan yağmurda birkaç saniye içinde tamamen ıslandı, saç telleri öbek öbek toplandı ve suratında uçuşmayacak kadar ağırlaştı.

Deniz fenerinin içine girme vaktinin geldiğini hissediyordu ama bu eşsiz manzarayı seyretmekten kendini alıkoyamıyordu, kendi içinde bir anlaşmaya varıp beş dakika sonra fenerin içine gireceğine söz verdi. Ağacın hemen altındaki eski bir banka tutunuyordu artık, sahile vuran koca dalgaları ve uzaklarda yıldırımların düştüğü yerleri izliyordu. Her bir yıldırım çakmasıyla gökyüzü kısa bir süreliğine aydınlanıyordu ve içinden bunun ne kadar görkemli bir olay olduğunu düşünüyordu. Her düşen yıldırıma, her kıyıya vuran dalgaya, gökyüzünden düşen her bir damlaya sanki ilk kez şahit oluyormuş gibi heyecan duyuyordu. Rüzgâr artık onu yerinden söküp savuracak kadar şiddetlenmişti, dışarıda daha fazla durmanın mantıksız olacağını anladı ve eski merdivenlerden çıkarak deniz fenerinin içine girdi. Camların çoğu kırık olduğu için fenerin içerisinde de güçlü bir esinti vardı. Sırılsıklam olmuş yağmurluğunu üzerinden çıkarıp kuvvetlice üç kez silkeledi sonra tekrar üzerine giydi. Saçları omuzlarına kadar geliyordu ve onlar da sırılsıklam olmuştu, ıslak bir bezi sıkar gibi saçlarını sıkarak fazla suyu uzaklaştırdı. Çantasından cep telefonunu ve kulaklığını çıkardı, telefonda sinyal yoktu. Kulaklıklarını taktı ve kendi hazırladığı listesini oynatmaya başladı. Genelde klasik müzikten oluşan bir liste hazırlamıştı, çalan ilk şey Beethoven’dan ‘’Moonlight Sonata’’ oldu. İçerisi biraz karanlıktı ama gözleri alıştıktan sonra etrafı yeteri kadar görebilmeye başladı. Sanki alelacele terk edilmiş gibiydi içerisi. Masalar devrilmiş, birkaç eski dosya klasörü yerlere saçılmıştı. Duvarların boyası eskimiş, kurumuş ve yer yer dökülmüştü; birçok noktadaysa rutubet yüzünden kabarmıştı. Zemin kaplamasız ham betondu, yukarıya doğru sarmal bir şekilde yükselen merdivenlerin demirleri paslanmıştı. Küçük yuvarlak pencerelerin camları kırılmıştı, pencerelerin hemen altında cam kırıkları hâlâ duruyordu.

Devrilmemiş masalardan birine doğru yürüdü, masanın üzerini inceledi. Eski bir dolma kalem, paslanmış bir kâğıt tutacağı, camı kırılmış bir aile fotoğrafı ve darmadağınık kâğıtlar... Aile fotoğrafını eline aldı; iki küçük kız çocuğu, bıyıklı bir baba ve orta boylu genç bir anneden oluşan çekirdek aileydi bu. Buraya her gelişinde bu fotoğrafı alır ve birkaç dakika boyunca incelerdi; bıyıklı babanın burada çalışanlardan biri olduğunu hayal ederek deniz fenerinin henüz terk edilmemiş hâlini kafasında canlandırmaya çalışırdı. Bu aile fotoğrafına karşı tuhaf bir takıntısı oluşmuştu, sanki fotoğraftakiler onun önceden tanıdığı insanlardı. Fotoğrafı masanın üstüne yatırarak bıraktı, fenerin içinde esen rüzgâr kâğıtların uçuşmasına neden oluyordu. Fırtına o kadar şiddetlenmiş olmalıydı ki eski yapının sallandığını hissediyordu. İçinde ufak bir tedirginlik belirdi, bu binanın sağlamlığı hakkında şüpheleri vardı.

Dışarıya çıkmanın tehlikeli olduğunu biliyordu, bu yüzden neler olup bittiğini görmek için fenerin üst katlarına çıkabileceğini düşündü. Sarmal merdivenin paslanmış korkuluklarından tutarak yavaş yavaş basamakları tırmanmaya başladı. Her geçtiği basamakta binanın sallandığını daha net bir şekilde hissedebiliyordu, başını döndürecek kadar olmasa da onu rahatsız edecek kadar sallanıyordu. Kısa bir süre sonra fenerin en üst katına ulaşmıştı, burası zemin kata oranla daha dardı. Gece bekçisinin kalması için tasarlanmış küçük bir odaydı burası, eskimiş demir bazalı bir yatak ve tahta bir komodinden başka pek bir şey yoktu. Bu küçük odanın penceresi şaşılır bir biçimde hâlâ sağlamdı. Pencereye yaklaştı ve dışarıda neler olup bittiğini izledi. İlk başta gördüğü manzara karşısında küçük bir şok yaşadı, sonra bunun gerçek olduğunu idrak edene kadar bakakaldı. Okyanusun açıklarında devasa bir kasırga oluşmuştu. Kasırganın denize değen ayağı koyu mavi, gökyüzüne uzanan başı ise koyu gri renkteydi. Dehşete düşmüş bir hayranlıkla kasırgayı seyretmekten kendini alıkoyamıyordu. Bu gördüğü şey inanılmaz bir olaydı ama bir o kadar da korkunçtu. Eğer kasırga kasabaya doğru ilerlerse birçok can kaybının yaşanması kaçınılmaz olacaktı.

Burada eli kolu bağlı bir şekilde beklemek istemiyordu, kasabaya gitmek ve tanıdığı insanlara herhangi bir konuda yardımcı olmak istiyordu. Merdivenlerden hızlı bir şekilde inmeye başladı, tahta merdivenler her attığı adımda ölüm döşeğindeki bir hasta gibi inliyordu. Attığı sert bir adımda basamak çöktü ve ayağı boşluktan içeri girdi. Zeminle arasında yaklaşık beş metre vardı, ani bir refleksle korkuluklara tutunmuş ve aşağı düşmekten son anda kurtulmuştu. Geri kalan basamakları daha sakin ve tedbirli bir şekilde indi, zemine vardığında kalbi ağzında atıyordu. Fenerden dışarı adımını atmasıyla birlikte rüzgâr suratına o kadar kuvvetli bir şekilde çarptı ki bir an tokat yediğini zannetti. Bu fırtınada ayakta durmak neredeyse imkânsızdı, ağaçlar rüzgârın kuvveti karşısında adeta secdeye yatmış gibi görünüyordu. Eğilerek sağlam adımlarla ilerlemeye çalıştı, bulabildiği her şeyden destek almaya çabalıyordu. Banklar, tabelalar, ağaçlar ve hatta küçük çalılar bile uçmamasını sağlamak için tutunduğu şeyler arasındaydı. Kayın ağacına dönüp baktı ve bu görkemli ağacın bile rüzgâr karşısında çaresiz bir şekilde savrulduğuna şahit oldu. Dallarından bazıları kopmuştu, kalan dalları ise her an kopmak üzereymiş gibi duruyordu. Ağaç için üzüldü ama yapacak bir şey olmadığının da farkındaydı. Rüzgârın hiddeti birkaç saniyeliğine azalmıştı, bunu fırsat bilerek tutunduğu yeri bırakarak geldiği ağaçlı yola doğru fırladı. Son süratle koşuyordu, rüzgârın hiddetini geri kazanması uzun sürmedi, ağaçlı yol rüzgârın etkisini bir nebze azaltsa da dengesini sağlamak hâlâ kolay değildi. Ağaçların dalları korkunç bir şekilde etrafa savruluyordu, kendisine isabet edecek dallardan ve ağaç parçalarından sakınarak yolun sonuna kadar ilerledi. Yolun başında bir ağaç devrilmişti, ağacın üzerinden çevik bir hareketle atladığı sırada elini bir dal parçası yaraladı. Birkaç dakika süren bu yorucu mücadeleden sonra tepeden inmişti. Tepe, rüzgârın etkisini bir nebze de olsa azaltıyordu ve şu an daha rahat bir şekilde ayakta durabiliyordu.

Telefonunu yokladı, sinyal hâlâ yoktu, bu duruma olan öfkesi uzun sürmedi. Buraya kadar motosikleti ile gelmişti, bu havada motosiklet ile geri dönebileceğinden emin değildi ama koşarak ya da yürüyerek kasabaya varması fazla zaman kaybına neden olacaktı. Motoruna atladı, kontağı çevirip gaza yüklendi, teker kısa bir patinaj yaptıktan sonra hızlı bir kalkış gerçekleşti. Yolda ilerleyen tek bir araç dahi yoktu ama çatılardan düşen betonlar, ağaç parçaları ve cam kırıkları arasında ilerlemek oldukça zordu. Herhangi bir şeye çarpmadan yol almaya çalışıyordu, etrafta hiçbir insana rastlamak mümkün değildi. Perdeleri açık bir evin içinde, bir adam ve kadının telaşlı bir şekilde bir şeyler yaptığını görebildi kısa süreliğine. Etrafında olup bitenleri inceleyerek bir şeylere çarpmadan ve onu savurmaya çalışan rüzgârda dengesini kaybetmeden elinden geldiğince hızlı bir şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Bir iki dakika daha bu şekilde ilerlemeye devam etti. Evine yürüme mesafesindeydi, motosikletini bırakıp koşarak devam etmeye başladı. Çatılardan uçan ve balkonlardan düşen binbir türlü nesneden kaçınarak koşuyordu. Önünü açıkça görebildiği bir sokakta durakladı ve kasırgayı gözleriyle aradı. Birkaç kilometre uzaklıktaki devasa kasırganın deniz fenerine doğru ilerlemekte olduğunu gördü. Kasırga yol üstündeki tekneleri içine çekip gökyüzünde birer oyuncakmış gibi fırlatıyordu. Tepenin kıyısındaki iskeleye yaklaştıkça iskelenin tahtalarını birer birer söktü, binaların çatılarını uçurdu ve son olarak da duvarlarını yerle bir etti. Kasırga fenere gitgide yaklaştı, kayın ağacı kökleriyle toprağa tutunarak son savaşını veriyordu. Deniz fenerinin ilk önce fener kısmı havaya uçtu, sonra bütün betonları yavaş yavaş kasırganın içine doğru sürüklendi. Kayın ağacı dallarının çoğunu kaybetmişti ama inatla toprağa tutunmaya devam ediyordu. Deniz fenerinin büyük çoğunluğu ortadan kayboldu. Oradan uzaklaşmakla ne kadar doğru bir karar verdiğini düşündü. Ama hâlâ orada bulunsaydı başına neler geleceğini düşünmeden de edemedi. Kasırga sanki alacağını almıştı, yavaş yavaş tepeden uzaklaşmaya başlamıştı.

Tepedeki fenerin uçmasıyla, kayın ağacı tek başına kalmıştı. Sanki fener ve ağaç bir ömür birlikte büyümüş iki kardeş gibiydi ve şimdi o kardeşlerden birisi yoktu. Ağaç büyüdüğü toprağa son ana kadar tutunmuştu ve yerini korumuştu ama dallarından büyük çoğunu kaybetmişti. Uzaktan bütün bu olan bitenleri saniyesi saniyesine izlemişti ve gördükleri karşısında ağlamadan duramadı. Birkaç saat önce sarıldığı ağaç ve birkaç dakika önce içinde bulunduğu fener felaketi yaşamıştı. Sanki bütün bunları yaptığı için doğa anaya kızmıştı, kızgınlığın yanı sıra tanık olduğu tüm bu olanlara hayranlık besledi. Fırtına tamamen dindikten sonra gidip ağaca bir kez daha sarılacağını planladı ve evine doğru yol aldı.