Bir adım atasım yoktu evden dışarı. Uzak bir fırtınanın rüzgarıyla sallanıyordu ağaçlar. Ve balkona yakınlıktı en çekici yaşam arzusu. Yaşam arzusu diyordu usulca yere düşen yapraklar, aynı şiddette bir arzuyla karşılaşamazsa toprakta erir hep, bir sanat eseriyle aynı frekansta olmadıkça eseri alamamak gibi belki de. Yaşam bir sanat eseri diyordu evdeki her eşya. Sadece bulunduğumuz formlara bir bak. Formlar şarkılara bürünüyordu loş ışıkta: Dı ram ram dam dı ra ram dam. Zaman toplanıyordu büyük apartmanların altındaki karlı bir parkta. Dışına taşıyordu sanki tüm dünya. Yeşil bir elma yiyesim gelmişti nedense Türk Kahvesi eşliğinde. Biraz tarihten konuşmak belki. Uzay-zamanı yeryüzünden yorumlamaktan bıkmıştık belki de. Toprak kokusunu esrik şiirin dünyasında hissetmek istiyorduk. Parkta yürürken bir amacım olduğunu bilmenin verdiği rahatlık vardı üzerimde. Biraz elma ve kahve almak için evden çıkmam gerekmişti sonunda. Sokaklar ne de büyülüydü oysa. En sıradan olanları bile ortak bir gerçekliğin rüzgarını taşıyordu. Hayat nasıl da güzel, nasıl da inanılmaz, nasıl da mümkün, nasıl da imkansız diyordum kendi kendime her adımda. Her adımda biraz daha yaklaşıyordum fırtınaya. Ki fırtınalar hem pozitif hem de negatiftir bu dünyada. Biraz yaşamın kendisi gibi. Kar gökyüzünden salınırken insanlar parkta toplanmıştı. Bir etkinlik vardı belli ki. Bir kutlama. Ben de yaşamı kutlamaya karar verdim markete doğru ilerleyip parkı geçerken. Engin suları, dipsiz mağaraları, madenleri, mantarları, kadını, erkeği, müziği, şehirleri, yağmuru, karı, güneşi ve yıldızları… Kutlanacak ne de çok şey vardı halbuki. İnsan unutuyor bazen ömrün bir tekrarı olmadığını. Reenkarnasyon fikrini öne sürenler de var tabii, ne kadar uçuk bir fikir olsa da. Gerçi Tragedya’nın Doğuşu adlı kitabını okuduktan ve Gezgin ile Gölgesi kitabının bir bölümünde kullandığı biçemi gördükten sonra eski hayatlarımdan birinde Nietzsche olmuş olabileceğimi düşünmüştüm ben de. Hayatta hep ilginç tesadüfler de vardı. Bir şeye işaret ediyorlar mıydı acaba? Belki de hayatın sonsuzluğu, insan yaşamındaki kombinasyonların çokluğu bu türden şanslara ve tesadüflere imkan tanıyordu. Yine de korkunç hakikat diyordu Nietzsche Hamlet’i anarken, insanı bu dünyayı, hatta tanrıları ve muhtemel bir öte-dünyayı bile yadsımaya yönelten korkunç hakikat. Benliğimin bir yanı bu korkunç hakikatin uzun zamandır farkındaydı elbette, yine de bir kurtarıcı olarak sanatı, aşkı bulmuştum ben de. Üstelik gündelik hayat da bazen kendine özgü bir güzellikle gül gibi açılıyordu dünyama. Fakat sanki hep bir sonraki sahnede saklı bir trajedi, ya da-söz bu ya-her daim iki yanımda bulunan melekler gibi benimleydi sıkıntı. Umursamamaya karar verdim onu. Sözcüklerle sevişmeye karar vermiştim çünkü bir kere. Gençliğimin pek de değerli bulmadığım külliyatından hem duygusal hem sezgisel hem de erotik bir yapıt kuracaktım. Hayatın bir sanat eseri olduğuna dair bir fikirle başladığım bu kitapta bulacaktım gerçekten daha gerçek bir şeyleri. Eve döndüğümde hava hafiften kararmıştı, kar yavaşlamıştı ve misafirim küçük bir masanın yanındaki bir sandalyeye kurulmuş bir kitaba göz gezdiriyordu. Picasso üzerine kısacık bir kitapçıktı bu. İki kahve ve bir tabak yeşil elmayla yanına kuruldum, bir parça elmayı ağzıma attıktan sonra kitapta ilgi çekici bir şeyler olup olmadığını sordum. Bilindik şeyler dedi ifadesiz bir suratla. Sonra birden, sanki bu engin varoluşun tül perdesinin ardında saklı sırlardan bir sır ifadeye bürünüp bana baktı. Neden bu kitabı satın aldığımı sordu. Kısa ama sanatçı hakkında bilgilendirici ve renkli bir kitap olduğunu, ressamların hayatı hakkında bilgi edinmeye meraklı olduğumu söyledim. Öyleyse gündelik trajedi sohbetimiz için kitapta bir ilham saklı olduğunu muhtemelen fark etmiş olduğumu belirtti ve sözü Les Demoiselles d’Avignon’a getirdi. İlham için ona teşekkür ettim ve Rönesans geleneğinden yirminci yüzyıl resmine geçişin bir paralelinin bu yüzyıl için edebiyatta uygulanabileceğini söyledim. O halde gerçekten biraz kopmam gerektiğini, edebiyatı gerçek dünyanın bir uzantısıymışçasına değil de başka bir alanmışçasına algılamam gerektiğini ve kitabın kendine özgü bir gerçekliği olması gerektiğini söyledi. Evet, ama bunun örnekleri vardır zaten dedim birden farkına varmışçasına. Bahsettiğin yeniliği nasıl gerçekleştirebilirim? Kahvesinden bir yudum aldı ve önemli olanın bunu kendi sanatımda gerçekleştirmem olduğunu, bunun edebiyatta nasıl yapılabileceğini ise zaten bildiğimi belirtti. Evet, haklısın sanırım dedim ve ben de kahvemden bir yudum aldım. Edebiyat sözcüklerin alanıydı, sözcüklerse edebi bir eser meydana getirmek üzere zamanda bir araya geldiklerinde, yani anlamlı ve birbirlerini takip ettikleri bir biçimin hizmetinde olduklarında anlamsal olarak hep dünyaya dair bir gerçekliği taşırlardı. O halde asıl yapmam gereken, bu, gerçek dünyanın bir uzantısı olma halinin bir anlamda ortadan kaldırılışını herhangi bir biçimsel yenilikten daha da önce, hissi olarak, metnin algılanış kısmında başarmaktı. Gündelik sohbetlerin sarhoşluğu dedi, kitabı şimdiden anlamış gibi; yaşam arzularının göklerde çarpışan nötron yıldızları gibi yeni bir element yaratır bazen. İnsanı dünyanın çekim kuvvetinden kurtarıp yörüngesinden kendine çeken mest olma halini yani. Ve bir süre için yeni bir dünyayı sezer kişi. En azından tozları yeniden hissedene dek. Belki de tozların arasından kristali sezmek olacak bu biraz dedim, şimdiden; değil kadehi, değil kokusu, hatta değil düşüncesi, ihtimaliyle sarhoş olmuş gibi. Küçük bir elma parçasını kaldırıp üzerinde şimdiden görünür olan karartıları izledi. Öylesine bir elmaya değil de uzak fırtınalara bakıyor gibiydi. Tozları bu kadar mesele etmemelisin, dedi bir şeyi anlamış gibi. Onlar olmadan kristal de var olamaz. Kahve bardaklarımızı kaldırıp yavaşça tokuşturduk. Çarpışmanın etkisiyle birkaç toz parçası havalanmıştı. Kahve ise her zamankinden daha güzeldi.