Mayıs 20.., Port of Hercules, Monaco

Bunu beklemediğine eminim ama buradayım ve sana yazıyorum. İlerlemek için atmaya karar verdiğim adımdan evvel gitmiş olsan da yolumdan dönmüyorum. Ağır hasar aldım. Yarış aracım çakıllar arasında kaldı. Yarışa devam edemeyecek hale geldim. Ama bu sadece bugünler için olan bir şeyden öteye gitmeyecek. Şu an için değilse bile iyileşeceğim. İçindeki o büyük boşluğu artık asla kapatamayacak, yaramı sarmak için elini tutamayacak olsam bile yapmaktan korkup kaçtıklarımdan yeniden kaçmayı aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim. Belki yine pek çok şeye geç kalacağım, hatalar yapacağım. Buna karşın hatalardan da ölmekten de korkmadan devam edeceğim. Sonuçta diğer yarım öldüğünde bile hâlâ yaşayabiliyorsam ne olursa olsun yaşamayı sürdürebilirim. Dünya üzerindeki şansızlığım Kırmızı’dan yedi yüz küsür sayfalık bilgi casusluğu yapıp o dosyaları bir Tifosi’ye teslim ederek kendimi kendi elimle ateşler içine atacak kadar kötü olsa bile bir şeyler her zaman yapılabilir.

Beni bilirsin, pek inançlı değilimdir. Tanrı’ya inansam da alt başlıklar beni hiçbir zaman ilgilendirmedi. Lakin son birkaç gündür Sainte Devota’ya gidiyorum. Çoğunlukla hiç kimseyle karşılaşmayacağım saatlerde oradaydım. Boş sıralar arasında oturmak düşüncelerimi biraz da olsa sakinleştiriyor. Yine de özellikle Şüpheci Thomas tablosuna bakmak, onda ne aradığımdan habersiz olsam da gözlerimi ondan çekmemek doğru hissettirirken birkaç gün daha oraya ve o tabloya gideceğimden eminim.

On sekizinci yüzyıl Neo-Grek yapısında bulunmak, vitrayları izlemek ve en sonunda yine o tabloya dönmek sanki söylenen sözleri duymamaya benziyor. Aziz Thomas’ın parmağının İsa’nın yarası üzerinde olması anından gözlerimi çekemezken sorun aslında tam olarak bundan ibaretti. İnanç ve şüphe karşıtlığı arasında salınmaya devam ediyorum. İnanmam gereken yeri ve şüphe duymam gereken anı asla doğru eşleştiremiyorum. Ve her şey bundan kaynaklanırken bundan sonrasında ne olacağı bilemiyorum.

Limanda sıklıkla yürüyorum. Aslına bakılırsa sürekli yürüyorum. Ama bu hafta sonunda yarış var. Kalabalık her geçen saat artıyor gibi görünüyor. Üstelik sezonun açıldığından da bahsedebiliriz. Turistlerin sayısı her geçen gün artacakken eve geçme düşüncesi ile mücadele etmeye başladım. İnsan görmektense de atlarla zaman geçirmek, insanın en az olacağı bir yerde tüm yazı sessizce geçirmek makul bir seçimken henüz nihai kararı vermedim. Annemle babam Kent’teki evde kalmaya devam edecek gibi görünüyorlar. Valbonne bana kalacakken istediğim gibi zaman geçirebilirim. Ama muhtemelen bu istediğim gibi zaman geçirme at binmekten ve tenis oynamaktan ibaret olabilir. Arazi içinde bisiklet de sürebilirim. Tabii yine bir kaza geçirip yaralanırsam çocukken olduğu gibi kısa sürede birileri bana yetişemeyebilir. Babamın da dediği gibi ciddi anlamda yarışmayı seçseydim babam bir daha hiçbir yarışı izlemezdi. Zira benim tüm kazalarım çok hasarlı oldu. Annemin her bisikleti parçalamamdan sonra babamla tartışmalarını seninle çok dinledik. Uzun, çok uzun nutuklarda sen iyi bir dinleyiciyken ben uyurdum ve bu annemi delirtmek için yeterdi. Motorlardan uzak duracağımı sanarak bisiklet parçalamam bir süre sonra onu rahatlatan bir hale dönse de asıl belanın nereden geldiğini görememişti.

Valbonne’a gitme fikri insanlara katlanmak zorunda kaldıkça olasılığı daha yüksek bir ihtimale dönüşüyor. Üstelik düşüncelerimin bir köşesinde babamın pisti de var. Uzun zamandan beri o pisti kimse kullanmadı. Belki orayı onarmak ve yenilemek ile uğraşırım. Garajda sizinle zaman geçirmeyi sevdiğimden mühendis olmuşken belki biraz kendi mesleğimi icra ederim. Lisede seninle yapmaya çalıştığımız o eski aracı ortaya yeniden çıkarabilirim. Artık daha fazla şeyi de bildiğime göre belki de yarım kalan yarış aracımızı bitirme gururunu yaşarım. Sen göremezsin ama bir yerlerden bunu bildiğini hissederim. Sonuçta sen ve ben bir elmanın iki yarısından ibaretiz. Benim hissettiğimi sen, senin hissettiklerini ben çoğunlukla anladık. Birbirimizden ne kadar uzak olursak olalım yine yapabiliriz.

Şu an bunlar gibi çok fazla plan yapıyorum. Acıdan kaçmak yerine bana ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum. Korku kapının ardında saklanan bir hırsız gibi zayıflayacağım anı bekliyor. Beni yeniden ele geçirebilmek için beklese de bilmediği bir şey var. Korkmaktan korkmuyorum. Artık korkmak hayatın bir parçasıymış gibi görünmeye başladı. Üstelik korku yapmak istediğin şeyi daha iyi yapman için insanı kamçılayan bir etken olabilir. Geçmişindeki gibi mükemmeliyetçilik batağına düşmemek için çabalamam gerekecek olsa da devam etmeyi denemek ve bunun için uğraş vermek de takdire değmez mi?

 

Güneş batmaya başladı. Manzaramın güzelliğini tanımlamak için sanırım en uygun tanım olarak Van Gogh’un Yıldızlı Gecesi’ndeki renk paletinden daha güzel olduğunu söyleyebilirim. Kızıl tonlar beni diğer renkler ve tonlarından daha fazla cezbettiğinden belki gökyüzünün yanmasını izlemeyi seviyorum. Üstelik teknenin ucunda kırmızı şarap eşliğinde bunu izleyebilmek olan anı olduğundan daha büyük gösteriyor. Ve yan tekneden gelen aptal müziğe rağmen kulaklıkları taktıktan sonra içinde olduğum an kusursuzlaşabiliyor.

Kusursuzluk demişken kendimi kusurlu ve eksik hissedişimden kurtulamıyorum. Hiçbir şey başaramamış, kim olduğunu bulamamış hissediyorum. Onlarca büyük hayalden ve verilen uğraşlardan sonra kaybolmuş gibiyim. Olduğum insan da olmak istediğim de değilim. Sonsuz bir denizin üzerinde bir kayıktayım. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Ki ne kadar uzağa gidersem gideyim herhangi bir kara parçası da görünmüyor. Varabildiğim bir yer, rahatlayabildiğim bir an yok. Oysaki burada da başka her yerde de insanlar kusursuz ve daha da önemlisi tamammış gibi görünüyor. Tek fabrika hatasının ben olduğumdan şüpheleniyorum. Hem de pahalı bir hata olarak daha da büyük sorun yaratıyorum. Çünkü sahip olduğum şansa rağmen mutlu olmanın yakınından bile gidemiyorum. Bu belki bir hedefim olmamasından belki de sorunlu bir yaratık olmamdan kaynaklanıyor ama kendime dair çıkardığım sonuç bile işlevsel değil.

Dün Alyssa ve John ile Budda’da biraz zaman geçirdim. Eski arkadaşlarla zaman geçirip iyi hissetmek olası olduğu halde kendimi daha da kaybolmuş hissediyorum. Her şey ve herkes parlakken, kusursuz olmanın yolunu bulmuşken kendimi paslı bir çivi gibi hissediyordum. Bu paslı çivi olduğunu hissetme meselesi belki başka bir yerde olsam daha az huzursuzluk vereceği halde her şeyin altınla kaplı ve parlak olduğu bir yerde tüm kötü hisleri yoğunlaştırıyordu. Ve evim olduğunu bildiğim bir yerde evimde değilmiş gibi hissetmek zorunda kalmanın açıklanır bir yanı yok.

İnsanlar bir şeylere, kendileri için anlamı olduğuna inandıkları şeylere sıkıca tutunarak yaşarken ben her şeyi bırakıyorum. Bir yerde inancımı kaybetmiş olabilirim. İyi şeylerin bir gün olacağına, içinde olduğum anla uyum sağlayıp ilerlersem yolun sonunda bariyerler dışında bir şey bulacağıma olan inancım bir gün ansızın bir nedenle ölüp gitmiş. Bazı anlarda ciddi bir şekilde Singapur’un on yedinci virajında takım emriyle duvara bilerek çarpmış gibiyim. En geç müdahale edilen yerde o kaza olsa da başım aslında pit alanında beladaymış ve ben bunu ne yazık ki görememişim. Şampiyon olabilme ihtimalim yüksekken benzin pompası sökülmeden gaza basmışım ve her şey o anda tuzla buz olmuş. Sonrasında ise biri çıkıp her şeyin nasıl olduğu ortada olsa da hakkıyla kazandığını söylemiş. Yarışa son sıralarda başladığı halde çok erken pit stop yaparak sanki başka bir planı olduğu belli olurken hiçbir ceza almadığı gibi yine olan bana olmuş.

Bu kötü bir örnek olsa da hayatım bence birbiri ardına gelen Crashgate’lerden ibaret bir halde olabilir. Çünkü her seferinde işler yoluna gittiğinde duvara çarpıyorum. Çocukluğumdaki o ilk duvara çarpma hadisesinden sonra duvarlardan kurtulamıyorum. Üstelik daha kötü olanın ne olduğunu biliyor musun? Kendim o duvarları örüp insanlarla ve iyi şeylerle arama kendi ellerimle sınır çiziyorum. Bile isteye oyunu kaybediyorum. Belki de bazı şeyleri yapmaktan ya da başarmaktan ziyade onu yaptıktan sonraki andan korkuyorum. Oradan, o andan sonra eğer uçurumla karşılaşırsam korkusu ile o eşiği atlayamıyorum. İkili ilişkilerde de olmak istediğim yerlerde de hep bu var. Orayı deneyimledikten sonra yokuş aşağı gidersem, daha iyisini bulma konusunda başarısız olursam ne yapacağımdan korkuyorum. Korkunun hükümdarlığında her gün yaşayarak yaşamadan ölüyorum.

Korkmaktan korkmamamın bir şeyleri değiştirmesini ummaktan başka hiçbir umudum yok. Bundan ötürü bir ihtimalle sürekli Sainte Devota etrafında dolanıp duruyorum. Parkurun ilk dönemecinde bir şeyler arıyorum. Aradığım bir peri masalı ya da unutulmayacak bir şeyden oluşmuyor. Ne olduğunu bilmiyorum ama anlamlı bir şey arıyorum. Beni tamamlayacak, kısa bir süre ayrı kalsam bile özleyip yine ona döneceğim bir şeye ihtiyacım var. Mutlu sonla biten bir peri masalının son öpücüğünden sonra gelen ‘bir ömür mutlu yaşadılar’ sözlerinden ötesi olan bir nedene ihtiyaç duyuyorum. Çünkü ne kadar olduğu ya da nasıl olduğundan ziyade asıl gerekenin ‘birlikte ve anlamlı’ olduğunu düşünüyorum. O ihtiyaç duyduğum şey her neyse ben onunla birlikte ve bir anlam oluşturarak devam edebilmeyi umuyorum. Umdukça, onu daha da çok istedikçe ondan uzaklaştığımdan korksam da buralarda bir yer olduğunu biliyorum. Hem çok yakın hem de okyanusun ötesinden daha uzak olmasına rağmen gerçekten bana aitse günü geldiğinde, o an yaşandığında veya bir şeyi bulduğumda onu da bulacağıma dair olan inancımı besliyorum. Zira eğer bunun olmayacağını da düşünürsem devam edecek bir nedenim kalmayıp sonunda ağır hasarlı ya da ölümcül bir kazayı hazırlamış olacağım.

 

Şarabım biraz önce bitti. Üçüncü kadehim olmasına karşın sarhoş gibi hissetmekten çok uzağım. Gece yürüyüşü yapma düşüncesi beni ikna etmeye çalışsa da kitap okuma kararından döneceğimi sanmıyorum. Eve gitmeyeceğim ama teknede kalıp yanımda getirdiğim kitabıma devam edebilirim. Çünkü gün içinde oradan oraya zaten çok fazla yürüyorum ve bu nedenle en azından akşamları dinlenmem bana yardım edebilir. Ki yarın Alyssa ile at binmeye gitmek gibi bir kararımız var.

Sana yazmayı bırakmadan önce sanırım Jack London okumaya yeniden başladığımdan da bahsetmem lazım. Kişisel hikâyesiyle benzer yazdığı hikâyeler olması ve görüp tanıdığı insanlara benzer insanlar yazması, onlardan bahsedebilmesi benim için onu eşsiz isimlerden biri haline getiriyor. Babamın biraz ‘tuhaf’ olmamı Jack London’a bağlamasına sebep olacak kadar büyük bir hayranlığım olmasa bile onun da tıpkı benim gibi bir neden aramasının asla sonu gelmez.

Beni bir yazara en çok çeken şey babamın tahmininin aksine insanın ya da bir hayvanın doğa karşısındaki acziyetiydi. Ve bu acziyette birkaç anlam birden bulunuyordu. Zira doğanın karşısında yetersizdik. Onun içinde çok sonradan ortaya çıkmıştık. Her ne olursa olsun onun kazanacağını unuttuğumuzdan beri ise işler pek iyi gitmiyor. Ona zarar verdikçe o da bize yine ve yeniden zarar verecek şekilde kendini korumayı başarıyor. Ama bunun yanında başka bir şey daha var. Bu da insan doğasıyla ilgili bir halde duruyor. İnsan ya da hayvan, ya da bir bitki için kendinden gelen değiştiremeyeceği o özellikler onun hayatını belirliyor. Ne kadar kendi doğasını ve mayasını baskılarsa baskılasın evcilleştirilmiş bir kızak köpeğinin kendi doğasına dönüşümü için tek bir adım yetiyor. Ki bunu onun anlatışı benden daha iyi olabilir.

Onun karakterlerinde ve hikâyelerinde bir şey var. Aradığım şeyin bazen orada saklanan o şey olup olamayacağını düşünüyorum. Vahşetimin çağışını dinlemeye çabalasam da vahşetimin, doğamın ne olduğunu dahi bilemezken cevap gözümün önünde de olsa onu göremiyorum.

Bir roman karakteri değilim. Onun karakterlerine yaşattığı gibi benzersiz deneyimlere tanık olmam pek mümkün değil. Gezilerimle belki bir arayış içine girsem de aradığımın gittiğim yerlerde olmadığını biliyorum. Ölümün soğuk nefesini de hissetmedim. Ondan korktum ama beni ne olduğumu anlayacak kadar korkutamamış olmalı ki hâlâ yerimde sayıyorum. Bundan ötürü hâlâ ev sahibimin evinde yaşayan bir köpek olsam da mutlu ve huzurlu değilim. Kendime bile sadık olduğumdan şüpheliyken ev sahibime sadık olduğumu kimse düşünemez. Ama o kafesten beni çıkarıp doğamı ortaya koymama neden olacak bir nedeni de bana veremez. Yani en azından şu an bundan başka bir şey olacakmış gibi görünmüyor.

Onun kitaplarını sen de okudun. Karakterinin kurgulanışını biliyordun. Belki de onun tüm karakterlerinin doğasını benden daha iyi biliyorsun. Zira onun karakterlerinden biri de kolayca sen olabilirsin. Karakterlerinin korkuları, cesaretleri ve tutkularıyla yaşayışları bana çoğu zaman seni hatırlatıyor. Bu nedenle ben bir Jack London karakteri olamam. Çünkü benim anlamayı başaramadığım şey orada öylece duruyor. Bazen mücadele etmek en sonunda kazanmaktan veya kaybetmekten daha değerli olabiliyor. Hatta her zaman, durumlar ne ya da nasıl şekilde olursa olsun mücadele etmek ve yolda olmak en doğrusundan başka bir şey değildir.

Aylak olarak belki bir ihtimalle meşhur Rus romanların karakterlerinden biri olabilirdim ama burjuvazinin en üst sıralarında bir ailedeyken aylaklık yapmam beni ihtimallerden yine çıkarabilir. Toplumda bir türlü yerimi bulamamam beni hiçbir yere koyamıyor. Kendi içimde bile bir yerimin olmaması sonrasında buradayım. Evim olduğunu bildiğim bir yerde bile kalmaya devam edemediğim gibi gidebileceğim bir yer de bilmiyorum. En nihayetinde bir başka duvara çarpana kadar kendimce uğraş içinde görünüyorum. Umudu korumak, kararlarımdan vazgeçmemek için çabalasam da günün sonunda yine başarısız olursam düşüncesi, başarsam bir noktadan sonra daha ileriye gidemeyişimden korkum bir nefes ötemde beni beklemeye devam ediyor.

Şu an yine aynı şeyleri düşünerek aynı batağa çekilmemeliyim. Hafta sonu yarış var ve hemen sonrasında da Roland Garros başlıyor. Paris’te iki hafta tenis mücadelelerinin tamamını izleme zaman öldürmek belki beni bu düşüncelerden biraz daha uzaklaştırır. Montmartre’de kendimce kendime uygun bir yerde saatlerce oturup sana mektup yazabilirim. Aslında daha erken gitmek, hatta yarın sabah trene atlayıp akşamı Paris’te karşılamak cazip bir fikirse bile yarış için burada kalmak istiyorum. Sonucun ne olacağına dair bir tahminim yok. Hız saklayan birileri yine aynı şekilde birinci başlayıp birinci bitirebilir ama ben umut ediyorum. Haftalardır gördüğümüz o düzen belki bozulur. Ki bozulsun istediğimden de Kırmızının bu gidişatı durdurmasını hâlâ aynı şevkle dilediğimden de eminim. Çünkü onların kazanması seni geri döndürmeyecek olsa bile belki benim içimde geri dönebilmem için bir ateş yakmayı başarır.

İlerleyen günlerde ne olur bilmiyorum. Hafta sonu başlamadan kararımı değiştirip başka bir yerde uyanma ihtimalim dahi var. Yine de buralardayım. Köklü bir değişimden önce son ana kadar düşünmeye ihtiyaç duyuyorum. Derinlerde kıpırdanan bir şeyler var. Onlara ulaşmam ya da anlamam için erken olabilir. Lakin bazı şeyleri doğru yapmaya başladığımdan eminim ve zaman geçerse sanki her şey düzelecek. Rayından çıkan tren bir şekilde zamanın etkisi ya da bir mucize ile yoluna girip beni kurtaracak. Ama çabalamak da zorundayım.

 

Kafası karışık kardeşin Maya…