Tarih boyunca, rüyalar konusu insanlığın ilgisini çeken bir konu olmuştur. Hepimizin son derece aşina olduğu bir kavram olduğu için kolay bir konu gibi görünse de mercek altına alınıp detaylı bir şekilde incelendikçe rüyaların ne kadar karmaşık bir yapıya sahip olduğu anlaşılacaktır. Zihnin sıra dışılığı ve karmaşıklığının en güzel göstergelerinden olan rüyalar söz konusu olduğunda, konuşulmaktan başka çaresi olmayan “bilinç dışı” kavramı, rüya alanında oldukça önemli yerlere sahip Freud ve Jung için de anahtar kelime niteliğinde olmuştur. Üzerine gidildikçe bir sonuca varmanın daha da zorlaştığı “rüya analizi” konusu bu isimler tarafından sıkça incelenmiştir. Bu isimler kendilerine has metotlarla, dinledikleri rüyaları bir bulmaca edasıyla çözümleme gayretindelerdir. Öyle ki bu iş, yıllar boyunca her yıl 2 bine yakın rüya yorumladığı söylenen Jung tarafınca farklı boyutlara ulaşmıştır. Dünyanın farklı yerlerinde incelemeler yapan ve farklı kültürlerin rüya inanışlarına da epey ilgi duyan Jung, bilinç dışının yansımalarını öyle ciddiye alır ki evinin dekorasyonu, çıktığı seyahatler gibi kişisel hayatına etki eden kararların çoğunu, gördüğü rüyalar ekseninde şekillendirmeye başlar. “Kolektif bilinç dışı” ve “arketip” kavramlarını da çalışmalarında sıkça gördüğümüz Jung, “Bilinçli zihin kendisinin bir papağan gibi eğitilmesine izin verir ama bilinç dışı vermez.” diyerek insanın eğitilemeyen yanının incelemesini yapmayı yaşamı boyunca sürdürmüştür.

 

“Serbest çağrışım metodu”nu kullanarak hastalarının rüyalarını detaylı bir şekilde inceleyen ve her zaman için rüyaların kaynağına inme gayretinde olan Sigmund Freud’un da “ego” veya “id”den kaynaklanan rüyaları incelemek konusunda oldukça istekli olduğunu açıkça görebiliyoruz. Ruhsal aygıtımızın en eski ve en ilkel parçası olduğu kabul edilen id, içgüdülerimizi ve doğuştan var olan her şeyimizi içermektedir. Gerçeklik ve mantıkla uyuşumsuzdur. İdde bilinç dışı kuralları, yani kuralsızlık işlemektedir. Bu durumda buradaki duygu ve düşünceler zaman, yer, dış dünyaya uyum kavramı tanımazlar. Asıl olan, dürtülerin tatmine ulaşmasıdır. İd bu dürtülerinin tatmin edilmesinde egoya baskı yapmaktadır. Egonun asıl görevi düzenlemedir. "Düzenleyici dizge" şeklinde kullanımı da yaygındır. Ego, insanoğlunun dış dünya ile uyum içerisinde yaşamasını sağlayan zihinsel işlevler bütünüdür. İdde bulunmayan gerçeklik kuralı egoda hakimdir. Ego, dış dünyanın gerçekleri ve iç dünyanın haz arayışı arasındaki dengeyi sağlayan araçtır.

 

Rüya ortak paydasında buluşan bu ikilinin 1906 yılında bir araya gelip yaklaşık 8 yıl sonunda birlikteliklerini bitirdiklerini biliyoruz. Bu kopma, temelde rüya analizlerini yaparken belirli noktalarda Jung’un Freud’dan ayrı düşmesine dayanıyor diyebiliriz. Çünkü Freud’a göre insan, uyku esnasında birçok cinsel güdü ve arzunun etkisi altındadır ve rüyalar, cinsel arzuların üstü örtülü bir biçimde giderilmesine yararlar. Oysa çocukluğundan beri rüyalara ilgi duyan Jung, rüyaları daha geniş bir açıdan ele almış ve kendi “analitik rüya teorisi”ni geliştirmiştir. Freud’un indirgemeci bakış açısını yetersiz bularak onun karşısında durmuştur. Freud’un yaptığı gibi rüyaları, yalnızca libido kaynaklı arzuların açığa çıkışı olarak adlandırmayı fazla basit görmüştür. Ona göre rüyalar tek bir nedene bağlanamayacak kadar komplike yapıya sahiplerdir. 




Yazar: Umay Karalar