Bir yerde dünyanın en mutlu insanları varken bir başka yerinde en mutsuzu olabilirdi. Ve bu birbirine tezat olanların birbiri ile bir bağı da bulunabilirdi. Biri sevdiğine kavuşup bir yuva kurarken diğer yerdeki sonsuza kadar tek başına kalacağını kabul edebilirdi. Sevdiğine bir nefes değemeden onu kaybeden herkes son nefesini verip her şeyi bitirmek, bir daha da ne onu ne kendini görmek istemezdi.

           Yağmur bulutlarının toplandığı bir cumartesi gününde Galata Kulesi’ne çıkmanın pek bir anlamı yoktu. Şehri parıl parıl bir güneşin altında görmek varken sisin kapladığı yarımada da karşı kıyıda gözükmezken kule güzel bir manzara sunmazdı. Belki de bu nedenden ötürü ki onun etrafında da kimse yoktu. Yine de o şehrin en güzel halinin yağmur öncesi olduğuna dair yemin bile edebilirdi. İstanbul’un kendine ait çok rengi olsa da İstanbul’u akşam kızıllığından ve fırtına grisinden daha güzel anlatabilecek başka renklerin olmadığını düşünürdü. Aşkın da aynı renklerle anlatıldığını bilirken İstanbul’un aşkının bazen yar aşkına bile değişildiği olup kaderleri değiştirdiğini de görmüştü.

           Kulenin seyir alanında yüzlerce yıllık duvara yaslanıp gride kaybolan şehri izleyen kız ülkenin en önemli yazarı olma sıfatına bir anda ve en beklemediği anda kavuşmuştu. Aşkının acısı onun okuyucu bulmasına neden olmuşken şimdilerde o öyküyü yayınlamamış olmayı da istediği halde geri dönüşü olmamıştı. İlgiden de yazdıklarının didiklenmesinden de nefret edip onlardan kurtulamıyordu. Bir zamanlar okunmasını istedikleri şimdilerde okunmasın diye dua ediyordu. İnsanların her şeyi bilir gibi yorum yapmasından da aşkını, aşkının kimliğini her an sorgulamalarından da yorulmuştu. Lakin bir sona varamadığından konuşulanları duymamak için herkesten uzaklaşmayı tek yol olarak bulmuştu.

           Çiseleyen yağmurla restoran kısmına giren yazarın kafası allak bullaktı. Etrafında onu izleyen gözleri fark etmese de birilerinin onu gördüğünde öyle ya da böyle konuştuğunu çok iyi öğrenmişti. Sevda’daki öykünün gerçeklerini arayan meraklıların ona bir çocuğunun olup olmadığını bile sormasına maruz kaldıktan sonra gelebilecek her şeyi şaşkınlık duymayı bırakarak kabullenmişti. Bakışları da üzerine alınmamaya alışmışken gerçek hikâyesinden çok büyük parçalar taşısa da gerçek olmadığını biliyordu. Mesele onunla hiçbir yerde yolunun kesişmediğini bilselerdi ne diyeceklerini, ne soracaklarını merak ediyordu ama ondan onunla ilgili bir parça daha öğrenmek için aç kurtlar gibi bekleyenlere bunu veremeyeceğinin de ne yazık ki farkındaydı. Sevda’larının gerçek olmadığını açıklamanın bir yolu yokken şartların zorlanmaması da gerekiyordu.

           Yazar onu gerçekten severken marifet kapısından da hakikat kapısından da geçerek bir başka yere vardığını söylemezdi. Ancak olduğu yer pek kimsenin olmadığı ıssız bir yerdeydi ve buradakilere de âşık derlerdi. Aşkın peşine düşmüş, bir yüze meftun olmuş ve sonrasında da o yüz olmadan yaşayamaz olmuşsa da o yüzle de yaşamasının yolu yoktu. Onun hikâyesi yüz değil de ses üzerine kurulmuştu. Ki bu divan edebiyatının suret-i aşkının da ötesinde olan ve pek kolay hazmedilemeyendi. Her şeyin tüketildiği, insanların tüketmek için var olduğu bu dünyanın yeni düzeninde onun gibiler için yer yoktu. Arada genetik bir hata ya da ruhsal bir hata ile oluşup aşkın peşine onun gibi düşenler olsa da Simurg’un huzuruna çıkmak nasıl zor ve meşakkatli ise aşkın karşısına çıkmak da aynı derecede kendinden vazgeçme gerektiğinden bu yola düşen bedeviler her zaman istediğini alamadılar.

           Doğunun en güzeli Simurg küllerinden doğan, dünyanın her yıkılmasını gören, Bilgi Ağacı’nın dalında yaşayıp her şeyi bilenken bir damla göz yaşının iyi gelmeyeceği hastalık da dert de yoktu. Dalında yaşadığı ağaçtan ayrılıp bir tanesi için savaşların çıkabileceği tüylere sahip kanatları havalanırken bilgi ağacından dünyanın her bir tarafına bilginin dağılmasına da neden olan bu kuşu arayan çoktu. Kuşlar bir tüyünü bulduktan sonra onu bulmaya ant içip güneş ile denizin kavuştuğu yerdeki Kaf Dağı’na uçmaya başlamışlardı. Ama yolda sürüden de amacından da ayrılan çok oldu. Kafileyi ilk terk eden gülünün aşkına ve özlemine dayanma gücü olmayan bülbüldü. Sonrasında onu takip eden çok kişi olsa da hiçbirinin o olmaya da cesareti olmamıştı. Çünkü Simurg’a ulaşan Simurg olurdu. Ölümleri, kaybedişleri, feda etmek için gözünü kırpmadan kabul eden ateşlerde yanıp ateşine kavuşurdu. Ateşinde yanıp bir kez daha doğardı ki bülbül de bunu öğrenmişti. Aşkı için canından vazgeçip her şeyi görmezden gelebilenden başkası ya bülbül ya da Simurg olup başka bir yere varırdı. Ve o yer ıssız, sessiz ve kimsesiz olurdu. Tüm yolculukların ardından insan kendine varır ve orada aradığının da kendi olduğunu görürdü.

           Yazar masanın üzerindeki çaya bakarken yandığını biliyordu. Yanıp kendinden başka birine dönüştüğünün de farkındaydı. Yıllar boyu kendisi kabul ettiğinin bir kabuk, kendini korumaya yönelik bir duvar olduğunu en acılı yollardan öğrenmişti. Simurg gibi bilginin en saf halinde kalmış olsa da o bülbül gönüllüydü. Bülbül gülünden nasıl vazgeçemezse ve kendi ömrünü ona verirse, son nefesinde bile en acı şarkısını söylerse masanın karşısında oturmasını istediği kişi için o da aynılarını yapardı. Onun için cehenneme inmiş, ateşlerde suyun hayalini kurmadan yanmıştı. Tüyleri de kendi de yanıp kül olduktan sonra yeniden doğmuş, arınmıştı. Arınırken yazdıkları ona edebi bir ölümsüzlük getirdiği halde mutlu olamamıştı. Mutluluğu için bir yolda yoktu. Sasani ipek dokuma kumaşları da Buhara’nın medreselerindeki Simurg betimi çinileri de ona aradığını vermemişti. Bülbül gönlünü gül olmadan, gülün aralarındaki dikeni olmadan soğutamayacağının da farkındaydı. Ve farkındalık eylem gerektirirdi. Eylem içinde cesaret ve ardından bir adım yerdi.

           Kara bulutların altındaki şehre yağmurun çiselemesi devam ederken yeniden seyirlik alana çıktı. Onun bir zamanlar yaşadığı eve giden yolu görebiliyordu. Hikâyelerinden birinin kahramanı olan eve, Vera’nın evine gidişi de onun yolunun üzerine koymuştu. Onun sevdiği Bereketzade Çeşmesi’nin önünde Milena’nın öyküsünü başlatmıştı. Tüm hikâyeler onun elini bir şekilde değdirdiği yerlerde geçmişti. Onun eli sadece kendisine değmemişken Vera’daki Koray ile benzeştiklerini biliyordu. Tıpkı Aşeka’daki Melih ile de benzeştiğini unutmuyor da olsa onların hiçbirinin o olmadığını biliyordu. Suya yansıyan bir yüz gibiydi. Görünürde ona benzese de değillerdi ve aslında hiç var olmamışlardı. Sevda’da onun hayatına temas eden ve onunla arkadaş olan hali kendi gerçekliğinde hiç yaşanmamıştı. Ki yaşanmasını da ister miydi ya da isteyebilir miydi? Sorularına verebilecek bir cevabı maalesef yoktu.

           Kuleden aşağıya bakarken dertli olduğunu biliyordu. Onu bulsa da bulmasa da artık hep mahzun olacağını kabullenmişti. Ama onu bulamayacağını da nefesinin nefesine bir anlık da değmeyeceğini biliyordu. O şimdilerde evlenirken kendisi yalnızlığının sonsuza kadar hiç gitmemek üzere kendisine yemin ettiğinin farkındaydı. Âşık olduğu adam sevdiği kadınla bir mutlu sona kavuşurken kendisi mutsuz sona kavuşuyordu. Üçüncü şahıs olmasına bile izin verilmeyen bu öyküde bilginin efendisi olmak istemiyordu. Onsuzluğu kabul edip mutluluğu için tüm güzel dilekleri diliyor olsa da devam etmek istemiyordu. Melih’in Milena’ya evlilik teklifi ettiği yerde her şeyi bitirmek istiyordu. Her şeyi bitirip her sabah uyandığında, geceleri uyuyamadığında onu düşünmek istemiyordu. Gözlerini kapattığında onun yüzünü nefesinden yakın bulup gözünü açtığında onsuzlukla terbiye edilmek artık dayanabileceği bir şey olmayı geride bırakmıştı. Sadece bir ana ihtiyacı vardı.

           Şehri esir alan bulutlar biriktirdikleri tüm yağmuru gözyaşları gibi birbiri ardına şehir üzerine dökmeden önce yayınevinin artık kitaplarını basmak için popüler olmamasını bahane etmediği yazar bir an için cesaretini bulduğunda onu kaybetmedi. Yağmur onun bedeninin kuleden aşağıya hareket etmesinden önce ilk damlalarını bıraksa da Galata Kulesi’nin içinde bulunduğu meydanın taşlarına ilk çarpan genç bir kadının bedeni oldu. Ancak o bedeni daha yarı yoldayken ruhu bir güvercine dönüşüp sonsuz göğe doğru yağmura rağmen havalandı. O bedenden yere kanlar yayılırken yağmur hızını arttırdı. Onu kuledekiler tıpkı Galata Kulesi ile özdeşleştirdiği gibi fark etmezken çeşmenin önünde onunla her gün konuşan bir evsizce daha yere düşmeden görülmüştü. Aşığı olduğu Galata Kulesi onun için ondan atladığını bilmezken yağmur kanı kendisine karışan için şehri yıkmak istercesine yağıyordu. Şiddetli yağmurun ve trafiğin arasında ona yetişmeye çalışan ambulans ona da kalbine de yardım edemeyeceğinin, çok geç kaldığının farkında değildi.