“Garip” yazısını Orhan Veli “Şiire Dair” başlığıyla Varlık dergisinde parça parça yayımlamış, sonra yeniden düzenleyerek Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte çıkardığı Garip adlı kitabına ön söz yapmıştır. Garip’in ilk baskısı 1941 yılında Resimli Ay Matbaası tarafından yapılmıştır.

Garip, poetik bir metindir. Orhan Veli, Türk şiirine yeni bir soluk getirmek istemiş ve bu yazıyı kaleme almıştır. Biz de elimizden geldiği kadar bu ön sözden anladıklarımızı ifade etmeye çalışalım.


Şiir yani söz söyleme sanatı, geçtiğimiz asırlar içerisinde pek çok değişikliklere uğrayarak günümüze değin gelmiş ve bugünkü halini almıştır. Bu noktada şiirin doğru dürüst bir konuşmadan farklı olduğu kabul edilmelidir. Yani şiir günlük konuşmalarımızdan ayrılmakta ve bir gariplik arz etmektedir. İşin güzel tarafı ise birçok hamle silsilesi ardından kendini kabul ettirmiş ve bir gelenek kurarak garipliği ortadan kaldırmıştır. Bu şiir yeni doğmuş bir şiirdir ve günün aydınları tarafından terbiye edilmektedir.


Gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içerisinde muhafaza etmiş ve sürekliliğini sağlamıştır. Nazmın belli başlı unsurları ise vezin ile kafiye unsurlarıdır. Kafiye ortaya çıktığı süreçte sadece ikinci satırın kolay hatırlanması işlevini görüyor iken zamanla bir güzellik unsuru haline gelmeye başlamıştır. Şairler vezin ile kafiyeyi bir arada kullanmayı bir başarı olarak kabul ettiler. Şiirin tabiatında da diğer sanatlarda olduğu gibi bu yönde bir oyun arzusu vardır.


Ancak artık insan olgunlaştı. Ve olgunlaşan insan vezin ve kafiyenin birlikte kullanılması karşısında hayrete düşmeyecek yahut onda bir güçlük bulmayacaktır. Bu hakikati görenler ise “ahenk” unsuruna sarılmışlardır. Vezin ve kafiye unsurları ahenk unsurunun temel yapı taşlarını oluşturuyor ve ona ebeveynlik yapıyordu. Vezin ve kafiye insanlar olgunlaştıkça yerini ahenk dediğimiz unsura bırakmıştır. Şiirde takdir edilmesi gereken ise ahenk unsurudur ve ahenk vezinle kafiyeye rağmen mevcut olmuştur. Ancak ahenk unsurunun en kıt insanlara dahi kanıtlayıcısı vezin ve kafiye olmuştur. Fakat bize göre vezin ve kafiyeden zevk duyabilmek ya da söylenecek sözü bu dar kalıplar içinde söylemek maharet değildir. Bu şiiri ve sözü kısıtlamaktır.


Tabii her şeye rağmen vezinle kafiye gelenek içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu unsurlar şairin düşünce dünyasına hükmettikleri lisana da yön vermiştir. Şiir dilindeki söz acayiplikleri de bu iki unsur dolayısıyla ortaya çıkmıştır. Çünkü söz; vezin ve kafiyeye uydurulmaya çalışılmıştır. Ancak belki de bu acayiplikler yeni ifadelerin ortaya çıkmasında faydalı olmuştur.


Fakat bu gelenek içerisinde gelişimini sürdüren şiirin kimileri tarafından sadece bu kalıplarda olabileceği düşünülmüş ve şiirin bu kalıplar dışına çıkamayacağı düşünülmüştür. Bu yüzden de kimi şiirleri konuşma diline benzedikleri için şiirin dışında tutmuş, birer şiir olarak görmemişlerdir. Köklerini vezin ve kafiyeden alan bu bakış, hakiki benliğini ve ortamını arayan şiirde daima aynı garipliği bulacak ve onu kabul etmek istemeyecektir.


Söylem ve mana sanatları çok kere zekanın tabiat üzerindeki değiştiriciliğini kullanmıştır. Teşbih, eşyayı olduğundan farklı kabul etmektir ve bunu yapan insan garip karşılanmaz. Oysa teşbih ve istiareden kaçan ve gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan kişiye bugünün aydınları “garip” demektedir.


Edebiyatın ortaya çıktığı günden beri edebiyat tarihinde pek çok şekil değiştirmeler meydana gelmiştir. Bu değişimler önceleri garip algılansa da zamanla kabul edilmiştir. Zor bir şekilde kabul edilecek olan değişiklik ise zevke ait olan değişikliktir. Zira zevk kavramı oldukça izafidir ve ortak bir paydası yoktur. Zaten bu değişikliklerin de meydana gelmesi pek seyrek vücut bulmuş bir hadisedir.


Şiir bugüne kadar tarihin her döneminde burjuvazinin ve aristokrat sınıfın bir mahsulü olmuştur. Bugüne dek şiirde değişmeyen tek şey, rahat bir yaşam süren üst tabakanın zevklerine hitap etmiş olmasıdır. Ancak bizim yeni inşa edeceğimiz şiir bu sınıfın zevkine hizmet edecek bir şiir değildir. Şiir artık bugün dünyayı dolduran tüm insanlara hitap edecektir. Bunu sağlamak da eski edebiyat unsurları ile mümkün değildir.


Yeni bir zevke de yeni yollarla ulaşılabilir. Birtakım ideolojilere boyun eğmekte sanatkârane bir unsur yoktur. Bu yüzden yapı temelinden değiştirilmelidir. Biz de Türk şiiri olarak zevkimize ve irademize hükmetmiş olan diğer edebiyatlardan ayrışmalı ve kendi yolumuzu çizmeliyiz. O edebiyatların bize öğretmiş olduğu tüm unsurları geride bırakıp yönümüzü yeniye çevirmeliyiz.


Tarihe damga vuran kişiler daima bir geleneği yıkıp yerine yeni bir geleneği başlatan kimselerdir. Ancak yeni bir geleneğin kurulmuş olabilmesi için kendisinden sonra gelen nesillerin de bu geleneği takip etmeleri gerekir. Bizim kabul ettiğimiz sanatkârın ortaya koyduğu olguların bir sonu ve sınırı yoktur. Bu yüzden bu geleneğin devamlılığı söz konusudur. Ancak yeni bir gelenek oluşturan bu kimse, bu sanatkâr; bu yolu önceden bilemez. Bu yolu ona öğreten, daha öncesinde ona bu yolu gösteren kimse yoktur. Sanatkâr bu yolu arayarak kendisi bulur.


“Bir şeyin ya lüzumunu yahut da lüzumsuzluğunu hissetmeli fakat herhâlde hissetmelidir.” diyor Orhan Veli. Bir geleneği yıkan da kuran da bu lüzumu yahut lüzumsuzluğu hisseden kişilerdir. Bir lüzum hissedenler yeni bir gelenek kurarlar. Bir lüzumsuzluk hissedenler ise bir geleneği yıkarak ortaya yeni bir geleneğin çıkması için bir ortam yaratırlar.


Sanatçı kurduğu geleneği mükemmelleştiremeyebilir. Ancak kurduğunu sağlam temellere oturtursa kendisinden sonra gelecek takipçilerine dayanak sağlayabilir ve bu geleneğin mükemmelleştirilmesini sağlayabilir. Sanatçı bu yeni gelenek yolu üzerinde bir fedai olmayı göze almıştır ve bu takdire şayan bir duruştur. Zira geleneğin ilerlemesini sağlayacaktır. 


Orhan Veli sanatlarda tedahüle yani iç içe geçmeye karşı olduğunu beyan etmektedir. Her sanatı kendi bünyesi içerisinde kabul etmemiz gerektiğini savunuyor Veli. Şiir şiir, resim resim, müzik de müziktir. Hiçbiri bir başkasının yerine geçmemelidir. Zira sanatçı eğer kendi derdini bu sanatların içerisinde bir diğerine taşmadan gerçekleştirebiliyorsa ortaya gerçek sanat çıkar. Güzel olan ortaya bu şekilde çıkacaktır. Tabii bunun güç bir şey olduğunu da dile getiriyor Orhan Veli. Bir sanatın içerisine başka bir sanattan esintiler koymak, ona göre bir hileye başvurma ve eserin sanat seviyesini hafifletmektir. Zira sanatlar iç içe geçtiğinde benliklerinden çok şey kaybeder duruma düşerler.


Orhan Veli de bu düşüncelerine dayanarak şiirin içerisinde müziğin olmaması gerektiğine değiniyor. Sanatkâr kendi sanatı ne ise ona yoğunlaşmalı, o alanda eser vermeli ve diğer alanlara sıçrama yapmamalı yahut o alanlardan malzeme çalmamalıdır. Şiir de söz sanatlarına dayanan bir sanattır. Yani şiir bir mana denizidir. Şiir manadan ibarettir. Bu mana da insanın ruhuna hitap eder. Yine şiirin içerisine müzik yahut benzer unsurlar katılırsa dikkatimizi şiirin asıl anlamına veremeyeceğiz ve yüzeysel olanla ilgileneceğiz demektedir Orhan Veli.


Orhan Veli, Apollinaire adlı sanatkârdan ve şiir içerisine serpiştirdiği resim hilesinden de bahseder. Apollinaire ortaya bir yağmur şiiri koyacaksa kelimeleri sayfanın yukarısından aşağıya yağmur damlaları gibi dizer ve ortaya bir yağmur ambiyansı koyar. Aynı şekilde seyahatten bahsedeceği zaman da kelimeleri aralıklı koyarak ortaya bir seyahat ambiyansı koyar. Apollinaire bu şekilde okuru şiirin içerisine, atmosferine sokmayı başarır ancak bu bir hilekârlıktır. Orhan Veli buna “plastik dalaverecilik” diyor.


Bunun bir benzerini de Japon şairler yapmıştır. Japon şairleri anlatacakları ögeyi, kullanacakları kelimeye benzer şekillerle anlatmışlardır. Bu da yine şiir içerisinde resimdir ve hilekârlıktır. Burada Orhan Veli’nin dikkat çekmek istediği şey; şiirin musikiden olduğu gibi resimden de faydalanabileceğidir.


Veli’ye göre tüm bu unsurlar bizi şiirin atmosferine sokar ancak bizi sadece şiirin şekli etrafında dolaştırır. Bize şiirdeki manayı vermez. Ve böylesi bir şiirin de pek sanatlı olduğu söylenemez yahut bu düşünceyi destekleyen kişilere fazlaca rastlanmaz. Bir de resmi yahut diğer sanatları şiire mana olarak sokan ve epeyce taraftar bulan sanatçılar vardır. Ancak bu da yanlış bir tutumdur. Onların bütün meziyeti tasvir etme kabiliyeti üzerine kuruludur. Şiir bu da değildir.

Orhan Veli’ye göre şiir tam olarak budur: “Şiiri şiir yapan sadece edasındaki hususiyettir ve manaya aittir.”


Orhan Veli edebiyat tarihinde her yeni kurulan gelenek yahut akımın belirli hudutlar içerisinde kaldığına değinmektedir. Edebiyatı bu hudutlardan kurtarmanın ise Garipçilere nasip olduğunu dile getirmektedir.


Oktay Rifat bir mektubunda bu gelenek yahut akımlardan “mektep” olarak bahsetmektedir. Mektebin ekole karşılık geldiğini de savunabiliriz. O sadece akım yahut ekol dememiş bunu Arapçadan dilimize geçen ve kendi öz dilimiz içerisinde büyük yer edinmiş mektep kelimesiyle açıklamıştır.


Oktay Rifat’ın ortaya koyduğu bu mektep fikri ise bir mektepsizlikten yani hudutları ve sınırları olmayan bir mektep (akım) olarak ele alınmaktadır. Yani uyulması gereken akım her ne ise bu akım kendisini belirli sınırlar içerisinde sınırlamayan ve genişlemeye daima açık olan bir akımdır.

Orhan Veli, bu mektepsizlik içinde bulduklarını “safiyet” (saflık) ve “besâtet” (açıklık) olarak nitelemektedir. Aynı zamanda şiir garipçileri başka bir âleme daha sürüklemiştir. Bu âlem tahteşşuur yani bilinçaltı âlemidir. Onlara göre tabiat, en yalın ve en açık haliyle ancak bu âlemde bulunabilir. Şiirlerini besleyecek olan âlem de budur.


Bu hususta garipçilerin sanat anlayışına en yakın olan sanat cereyanı sürrealizmdir. Orhan Veli, sürrealizm cereyanı ile kendi sanat anlayışlarının birbirine benzer mahiyette olduğundan bahsetmektedir. Ancak burada sayfanın altına bir dipnot düşülmüş. Bu dipnot şöyledir: “Surrêalisme’den birkaç defa böyle sempati ile bahsetmemizden olsa gerek ya surrêalisme’i yahut da bizim şiirlerimizi okumamış bazı insanlar hakkımızda yazılar yazarken bizi bu isimle tasvif ettiler. Hâlbuki surrêalismʼle, burada bahsettiğim iştirakler haricinde hiçbir alakamız olmadığı gibi bir edebî mekteple de bağlılığımız mevcut değildir.” Burada Orhan Veli’nin de açıkça belirttiği üzere garipçiler herhangi bir sanat cereyanına tabi değildir. Zaten bu bölümün başında Oktay Rifat da hudutsuz bir şiirden ve mektepsizlik cereyanından bahsetmişti. Tüm bu düşünceler birbirini tamamlar niteliktedir.


Sanat toplulukları tarafından şiirin esas fonksiyonu bilinçaltını boşaltmak olarak kabul edilmiştir. Ancak eğer böyle olsaydı herkes sanatkâr olurdu. Ancak asıl sanatkâr, elde ettiği malzemeyi rüya yahut benzeri haller dışında da kullanabilen ve gösterebilen kişidir. Ortaya konan sanatın büyüklüğü ve kıymeti ise bu kullanıştaki maharetle doğru orantılıdır. Bunu garipçilerden önce Freud ve Breton da söylemişti.


Ancak bilinçaltı dediğimiz unsur metafizik bir unsurdur. Yani sanatçının bu metafizik unsuru ortaya bir sanat dahilinde ne kadar koyabileceği bir soru işaretidir. Veli’ye göre sanatçı bir mukallit yani taklitçidir. Sanatçı, bu metafizik unsurları daha yoğun ve derin hisseder. Ortaya koyduğu sanat eseri de bu hissedişin bir taklididir. “Sanatkâr mükemmel bir mukallittir.”


Tüm sanatkârlarda olduğu gibi, eserini en iyi şekilde ortaya koyan büyük sanatçı da bir mukallittir. Ancak ortaya koyduğu eser bir taklit değilmiş gibi gözükür. Çünkü taklit ettiği şey kendine has, orijinal bir şeydir. Realist sanatçıların anlattığı tabiat da bir taklittir. Burada şöyle diyor Veli: “Onun için eser kopyenin kopyesidir.”


Veli’ye göre “basitlik” ve “iptidailik” de sanatın sermayesidir. Ona göre bu iki unsur sanat eserindeki asıl güzelliği ortaya çıkaran unsurlardır. Ancak bu işi yapan sanatçıya da ortaya koyduğu sanat eserinin sanat seviyesi düşükmüş gibi davranmamak gerekir. Zira bu sanatçılar acemiliğin ustası olmuş ve sanatın güzel yönünü bu acemilikte bulmuş olan sanatçılar olabilmektedir.


Tüm bunlara dayanarak şunu diyor Orhan Veli: Sanat büyük bir gayret ve hüner işidir.


Orhan Veli’ye göre şiirde karşı çıkılması gereken bir diğer unsur da mısracı zihniyettir. Şiir bir bütündür ve tüm mısraların bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu yüzden berceste mısralara yahut anlamı satır içerisinde olan şiirlere karşı çıkar Veli. Bizim klasik şiirimiz de bu şekildedir aslında. Mana beyitte ve satırdadır. Her beyit kendi manasını içerisinde saklar. Oysa Veli’ye göre manayı ortaya koyan şey şiirin tamamıdır. Ortaya çıkması gereken şey şiirin tamamını okuduğumuzda bize açılacaktır.


Burada şiiri binaya benzetiyor Veli. Binadaki tuğlaları tek tek görmeyiz. Bina tamamlanınca dışarıdan bakarak bir bütün olarak görürüz onu. Ona göre şiir de bu mahiyette olmalıdır.


Mısracı zihniyet, bize mısralar içerisinde anlamlar verdiği gibi her kelimede farklı bir anlam da vermektedir. Bu zihniyete göre yüz kelimelik bir şiirde yüz adet güzellik aranacaktır. Oysa bin kelimeden meydana gelen şiir dahi tek bir güzellik için yazılmıştır. Şöyle diyor Veli: “Tuğla güzel değildir. Sıva güzel değildir. Fakat bunlardan terekküp eden bir mimari eseri güzeldir.” Veli’ye göre şiire yaklaşımımız da tam olarak bu yönde olmalıdır. Şiir içerisindeki parçalara değil, parçaların oluşturduğu bütüne bakmamız gerekir. Eğer inşa edilen eserde parçalar güzel fakat bu parçalar bir araya geldiğinde bir bütün olarak güzel değilse bu esere sanat eseri diyemeyiz.


Ancak eski şiir dediğimiz şiir mısraların ve kelimelerin mana deryası içerisinde boğulmuştur. Bu tutuma da şairane diyor Veli.


Bizi bu şairane edaya getiren de kelimelerdir. Ancak günün okuyucusu da şairane bir üslup takınmaktadır. Bu kişiler kelimelerden evvel şairane olanı tanımaktadırlar. Bunu meydana getiren ise öteden beri süregelmekte olan lügattir. Bu lügatin çerçevesinden kurtulamadıkça bu şairanelikten de kurtulunamayacaktır.


Orhan Veli’nin şiirlerinde görmüş olduğumuz “Nasır” ve “Süleyman Efendi” kelimelerinin şiire sokulmasını kabul edemeyen kimseler ise yine bu şairanenin etkisinden kurtulamayan kimselerdir.


Garip ön sözü şu mısralar ile son bulmaktadır: “Hâlbuki eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lazımdır.”

 

Bu ön sözün hemen arkasından da kitaba geçilmeden şu şiire yer verilmiştir Garip kitabında:


Kuş ve Bulut


Kuşçu amca!

Bizim kuşumuz da var,

Ağacımız da.

Sen bize bulut ver sade

Yüz paralık.


Oktay Rifat - Orhan Veli



Sonuç


Bu yazımda Garip ön sözünün mahiyetinden, edebiyatımızdaki yerinden ve içeriğinden elimden geldiğince anlaşılır bir biçimde bahsetmeye çalıştım. Umarım okuru adına faydalı bir yazı olur.