Özellikle son dönemde ilişkiler alanında popülerleşen bazı terimlerle sıkça karşılaşıyoruz. “Ghosting, lovebombing, haunting, gaslighting vb.” bunlardan birkaçı.


İsveçli başrol oyuncusu Ingrid Bergman’a En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ı kazandıran Gaslight / Işıklar Sönerken filmi adından da anlaşılacağı üzere gaslighting terimini literatüre kazandıran manipülatif davranış ve kişideki etkilerini konu alıyor.


Henüz iki hafta önce tanıştığı Gregory Anton / Sergis Bauer (Charles Boyer) ile evlenmeye karar veren Paula Alquist’in (Ingrid Bergman) rüya gibi başlayan yaşamı her geçen gün aklından daha çok şüphe etmeye başladığı kabus dolu günlere evrilir.


Patrick Hamilton’ın aynı isimli tiyatro oyunundan uyarlanan 1944 yapımı filmde Gregory’nin isteği üzerine annesini hiç görmeden kaybettiği için ona sahip çıkan ünlü teyzesi Alice’in bir cinayete kurban gittiği eve yıllar sonra yeniden dönmek zorunda kalan Paula’nın zaman içinde her şeyden kuşku duymasına sebep olacak günler başlar.


Londra’nın sisten göz gözü görmeyen atmosferinde Anton’ların 9 numaralı evi filmdeki odak noktasıdır. Gregory tarafından bilerek yalnızlaştırılmaya çalışılan Paula için bu ev korku ve kaygıdan başka bir şey ifade etmemesine rağmen sırf eşi istediği için uyum sağlamaya çalışır. Bu haliyle itaatkâr bir görünüm çizen kadın karakterin karşısında ise dominant ve zaman zaman kontrolünü kaybeden bir kişiliğe sahip erkek karakter vardır.


Kendisi küçük bir kızken teyzesinin boğularak öldürülmesine şahit olduğu “kötü anılarla dolu evin” içinde sesler duymaya başladığı, gaz lambasının ışığının azalıp arttığını söyleyen Paula’nın “aklını kaçırdığına” ikna edilmesi çok zaman almayacaktır.


Sistematik biçimde Gregory tarafından öncelikle bir şeyleri unutmaya başladığı, eşyaları (ç)aldığı, yerlerini değiştirdiği ile suçlanan Paula’nın davranışları giderek daha tehlikeli olduğuna inandırılır. Hayal gördüğü ve sesler duyduğu iddia edilen Paula’nın dışarıya çıkmasına engel olmak için neredeyse her davranışına kulp takan Gregory amacına ulaşır ve Paula’nın tüm özgüveni yerle bir olur. Dışarıya çıkmaya karar verişinde son aynıdır. Kapıdan çıkar ama daha adım bile atamadan içeri döner. Yanında çalışan hizmetkârları da bir nevi Gregory’a hizmet edercesine onu eleştirir gözle bakarak huzursuz eder. Öyle ki yapılacak işlerle ilgili onlarla konuşmak bir yana aynı odada bile bulunmak istemez. Kendi evinde birer fazlalığa dönüşür ve kapatılan odasından hiç çıkmamaya başlar.


Yine son dönemde daha sık duyduğumuz terimlerden bir başkası olan toksik maskülinite, belirgin özellikleri açısından birebir olarak Gregory / Sergis karakterinin karşılığı oluyor. Kadını tahakküm altına alan adamın çoğu davranışıyla kendisini ondan üstün gördüğünü ve kadın - erkek eşitliği bir yana çoğu konuda beceriksiz bulduğu kadına yönelik sözleri ile psikolojik şiddet uyguladığını görürüz.


Psikolojik manipülasyonlarla Paula’nın aklıyla oynamaya başlayan Gregory’nin cümleleri sert olsa da tavrı çoğunlukla sakindir. Karşı tarafın söylediklerine ikna olması için uysal davranan Gregory’nin dozu artırarak kadının gerçeklik algısını bozması ise başarılı biçimde uyguladığı, konuyu çarpıtıp istediği yöne çekmesi ile olur. Kadını çevresinden uzaklaştırdığı, adeta kendisine ve fikirlerine mahkum eden adam, kadın için onu seven mükemmel bir adamdır. Uzunca bir süre de aksine inanmayan kadın, düşük özgüveni ve öz saygısı nedeniyle suçu karşısında değil hep kendisinde bulur. Zayıf, aklıyla değil daha çok duygularıyla hareket eden kadının kimlik ve kişiliğinin farkında olmaması da yaşadıklarına sebep olacaktır.


Tüm bu süreçte “gidecek başka bir yeri olmayan” kadının, sahip olduğu evden başka bir şeyi yoktur. O yıllarda kadının toplumdaki yeri yalnızca “ideal ev kadını” gibi algılandığı, toplumsal haklarla ilgili gelişmeler filmin çekildiği ülke olan İngiltere’de daha erken dönemde olsa da bunların bir “hediyeymiş” gibi sunulması, aslında kendilerine iyilik yapıldığı, bu hakların da yine erkeklerle kıyaslanarak erkeğin başardıklarını “başarabildikleri” için olduğu ve ikinci sınıf vatandaşmış gözüyle bakılıp, toplumsal hayattan dışlanması söz konusu olduğu için bu anlamda hiçbir şey yapamayan kadın karakterin dönemin ruhuna uyduğu anlaşılıyor.


Olaylar çözülmeden hemen önce, tekrar insan içine karışmak ve tüm bu bunaltıcı duygulardan kurtulmak isteyen Paula’nın, Leydi Dalroy’un partisine giderken adeta bir kuğu gibidir. İzlediğimiz iki saatlik süre boyunca masumiyetin de temsilcisi olan beyaz renk ve kuğu kadının karakteri konusunda ipucu olur.


Söylediği hiçbir şeye inanılmayan kadının finale doğru neredeyse sinir krizi geçirdiği anlarda da yine yalnız olduğu görülür. Sosyal olmasına rağmen çevresinden koparılan kişi için yalnızca düşüncelerinin gerçek olup olmadığıyla ilgili sürekli bir kuşku ve korku hali vardır.


Yönetmen George Cukor film boyunca en büyük kafa karıştıran nesnelerden birisi olan gaz lambalarına odaklanır. Gölgeler ve temasına uygun olarak genelde gecenin karanlığında geçen sahneler kadının yaşadığı endişe ve gerilimi yansıtan ögelerden ikisidir. Teyzesinin acı sonunu hatırlatmaması için tavan arasına kaldırılan eşyaları darmadağındır, tıpkı yeğeni Paula’nın ruhu gibi. Kadının endişe içindeki yüzünü yakından görme fırsatını sık sık buluruz, bu anlarda yaşadığı evin kasvetli ruhunu sardığını gördüğümüz kadının aksine erkeğin yüzünde çoğunlukla aklındaki hinlikleri anlatan bir ifade vardır. Bu anlar dışında ara ara gülümsese dahi inandırıcı olmayan donuk ifadesiyle tam bir anti kahramandır. Tüm bu suç ve yalanları ortaya çıkaran Dedektif Cameron (Joseph Cotten) ise kahramandır. Şüphelerinin haklılığını kanıtlamak adına olayın peşini bırakmamış ve kadının hayatını kurtarmıştır. Ve tabii ki bir cinayeti çözmüştür.


Filmin sonunda suçlu olduğu anlaşılan Sergis’in elleri kolları bağlanmış halde uzun bir süre kandırdığı kadınla yüzleşmesine şahit oluruz. “Eğer deli olmasaydım, sana yardım edebilirdim.” sözüyle kendisine yaşatılanların intikamını ise şöyle alacaktır; iplerin kesilmesi ve Sergis’in kaçıp kurtulmasına yardım etmesini sağlayacak bıçağı onun yanında yere atarak kaybettiğini söyleyen Paula‘nın yaşadıklarına inanması zordur. Yüzleşmede tıpkı daha önce kendisiyle geçildiği gibi adamla adeta dalga geçerek konuşur. Yalan söylediğine inanmak istemediği adam tarafından uzun süre manipüle edildiğini anlaması sarsıcı olmuştur. Bu yüzleşmeyi, hâlâ onu aldatmaya çalışan adamın farkına varmasıyla kısa keser ve suçluyu adalete teslim eder. Kendi içindeki adalet, en çok da kendisine yaptığı haksızlık davasının çözümlenmesi ise zaman alacaktır.



Fotoğrafın kaynağı: https://m.imdb.com/title/tt0036855/


1940’lı yıllardaki kadının toplumdaki yeri ile ilgili kaynak: Yirminci yüzyıl kadın tarihini öğretmek:

https://book.coe.int/en/attachment?id_attachment=2164