Yavaş yavaş eriyen mumla birlikte varlık şekil değiştiriyordu. Gözlerinde kadim zamanlardan kalma bir hüzün, içinde Kabil’den kalma bir yara ve ellerinde o ilk elma. Durdu içindeki yangının buhuru geldi burnuna ve dudaklarından derin bir ah döküldü. Gözlerini açtı kapattı gözlerinden gönlünün külleri döküldü. Değişen zamanı ve mekânı göremez olan gözleri yavaş yavaş kapanırken ahını duyan gök karardı, Ay, utandı, bulutların ardına sığındı. Ölüm değildi canını yakan, yokluk değildi, son değildi, yarım kalmaktı ve onsuz olmaktı. Yok olanla yok olamamak, yokluğun ardına varamamak ve varlıkta yok olamamaktı.

Poyraz annesini ufacıkken kaybetmişti. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen hiç eksilmemişti içindeki acı. Hâlâ aldığı her nefesle içini yakıyor ve aldığı nefesi vermek zor geliyordu. Tüm isyanlarının, kavgalarının ve sorularının sebebi bu yüzden ölümdü.

Annesizlik dışında hiçbir sorunu olmamıştı. Onu çok seven insanların arsında ferah içinde büyümüştü ama annesizliği hiç dinmeyen bir yağmur gibi içindeki bataklığı sürekli beslemiş ona değen her gün ışığı etkisiz kalmış, topraklarına atılan her tohum çürümüş ve O hep yalnız kalmıştı. Şımarık olarak bilinirdi etrafında biraz da ukala ve epeyce de burnu havada. Kimse bilmezdi güneş gözlüklerinin arkasına saklanan, pahalı arabalara binen, valelere bolca bahşiş bırakan Poyraz’ın her gece aynı kabusa uyandığını.

Hiç dinmeyen acılarını Sokrat’a anlattı önce, sonra eflatun adını çok yakıştırdığı Platon’la dertleşti. Bazen Farabi’den Yüce yaratıcıyı dinledi. Önce yok dedi. Yok. Ölümü adaletsizce yarattıkları üzerine dağıtan, ölümün kimlere ne kadar zarar vereceğini bilmeyen ya da bildiği halde umursamayan bir yaratıcı, var olamazdı. Vardı belki, belki olması en mantıklısıydı ama var olanı yok saymak Poyraz için öç almaktı. Nasıl olabilirdi bu, nasıl adaletti. Dünyada o kadar çocuk varken neden kendisi ve annesi seçilmişti. Adil olan eşit olmaz mıydı? Ya kendi annesi de yaşamlıydı ya da hiçbir anne çocuğunu kucağına alıp saçlarını okşamamalıydı.

Hız kesmeyen bir lodos gibiydi Poyraz’ın hayatı; yolcusu, mürettebatı, kaptanı olmayan bir gemi bedeni ve ruhu gemiyi terk etmek isteyen ama gidemeyen asi köle.

Bu kadar kargaşaya rağmen hayat akıyor ve Poyraz yaşıyordu. Üniversite de sırf meraktan girdiği dinler tarihi derslerinden birinde tanışmıştı Said ile.

Ait olmamanın verdiği bir sezgiyle sınıfta en arka sıraya oturmuş, hocayı ve sınıfı izlerken konuşulanları pür dikkat dinliyor ve yokluğuna inandığı yaratıcın varlığının kanıtlarını anlamaya çalışıyordu. Duyduğu her cümle içindeki savaşı körüklüyordu. İçinde kıyametler koparken dışarıdan her şey çok normal görünüyor olmalıydı ki Said Ona biraz daha yaklaşırken hiç tereddüt etmemişti.


—   Merhaba ben Said. Seni birkaç defadır aynı derste aynı yerde otururken görüyorum ama bizim sınıftan değilsin değil mi?

Poyraz kendisiyle konuşan bu çocuğa bakınca Onu anımsadı. Said Uzun boylu, koyu tenli, yeşil gözlü ve oldukça yakışıklı biriydi. Poyraz’ın onu hatırlama sebebi ise kurduğu tek bir cümleydi.

—   Tüm dinlerin ortak noktası tek ve güçlü bir yaratıcının varlığı tamam ama hiç düşündünüz mü neden?

İlk derste kurmuştu bu cümleyi Said, hoca bu dersi alma nedenlerini sorduğunda. Belki de bu cümle kulaklarında tekrar yankılandığından diğerlerine yaptığı gibi onu yok saymak yerine sorusuna cevap verdi Poyraz.

—   Evet sizin sınıftan değilim felsefe bölümü öğrencisiyim.

Said bu cevaba şaşırdı çünkü ilahiyat fakültesi felsefe öğrencilerinin sık uğradığı bir yer değildi. Gayri ihtiyarı

—    Felsefe mi? Peki neden dinler tarihi dersine giriyorsun?

Poyraz memnun olmadığı şeyler duyduğunda yaptığı gibi tek kaşını hafif kaldırdı yarım ve alaycı bir gülümseme ile

—   Pardon Hocam, dersten önce sizden izin alacaktım ama bir türlü fırsat olmadı

Poyraz’ın bu cevabı Said’i gülümsetti.

—   Öğle demek istemedim dostum sadece garip geldi.

 Uzun zamandır İlk defe okulda birinin onunla konuşması Poyraz’ın hoşuna gitmiş bu çocuğun çabuk kurduğu samimiyet O’nu rahatsız etmemişti ama yine de gardını hemen indirmedi

—   Az önce fahri hocalık yapıyordun bana şimdide dost mu olduk karar ver istersen derken gülümsedi. Bu defaki ne kinayeliydi ne yarım. Dersin sonuna kadar bir daha hiç konuşmadılar.

 Yuvarlak gözlükleri, hafif kır saçları ve beyaz teniyle bir alimi; gözlerindeki haylaz ışıkla hiç büyümemiş bir afacanı anımsatan ve öğrencileri tarafından sevilen Selim Hoca bu derslik bu kadar deyince Said, Poyraz’a bir kez daha yaklaşarak;

—   Ee ne yapıyorsun kendi fakültene geçecek misin yoksa birlikte bir kahve içecek vaktin var mı?

İçinde alışkanlıklarının dışına çıkmanın siren sesleri, Poyraz bu defa kendi kendini boş vererek Said’e cevap verdi.

—   Ben ısmarlarım ama

İkili birlikte kahve içerken daha çok soran Said, cevaplayan Poyraz’dı.

—   Kaçıncı sınıfsın

—   4

—   Neden felsefe

—   Anlamak için varlığımın nedenini ve varlığın var oluş sebebini

—   O zaman neden dinler tarihi

—   İnsanların düşünmekten korktuğu ve araştırmaktan yorulduğu zamanlarda adına din denilen ve insanları köleleştiren, güçlünün gücüne güç katan oluşumların nasıl olup da bu kadar uzun süre ayakta kaldığını anlamaya çalışıyorum.

—   Nasıl yani sence bütün dinler boşluktan mı doğdu?

—   Boşluktan demedim dikkat edersen güçlünün gününe güç katmak için gücünden doğdu dedim.

—   Bu sonuca nasıl vardın desem çok mu ileri gitmiş olurum. Bunu yargılamak için sormuyorum sadece bakış açındaki farklılık dikkatimi çektiği için soruyorum.

Poyraz biriyle inancını daha da ilerisi yok saydığı yaratıcıyı konuşmak istemiyordu. En azından şimdi.

—   Gitmem gerek

—   Tamam bir sonraki derse gelecek misin?

—   Neden

—   Belki yine ders sonunda çay içeriz

Said’in bu tavrı Poyraz’ı sinirlendirdi.

—   Ne düşünüyorsun benim inançsız olduğumu bana dinini anlatarak sizin deyiminizle hidayetime vesile olacağını ve böylece cennetten bir saray kapacağını mı? Sağ ol hiç almayayım. Hiç deneme. Ne kendini ne beni böyle sevimsiz bir hale sürükleme.

Said’in beklemediği bir tepkiydi bu.

—   Hayır sandığın gibi bir fikrim yok, hiç de olmadı. Ben sadece senin bakış açının merak ettim. Liseden bu yana çok sık ziyaret ettiğim bir sahaf var, Ömer Abi. O zamanlar anlamıyordum söylediği çoğu şeyi ama büyüdükçe anlamaya başladım; “Çok konuşan çok anlatan insanlarla oturmak hoş olmakla birlikte boştur. Onlar dünya konuşur, az  konuşanlar vardır onlar ikiye ayrılır akıllı görünmek maksadıyla susanlar ve akıllı oldukları için susanlar. Bu ikisi arasındaki farkı ancak onlara yaklaşırsan görürsün. Evlat, bir de hiç konuşmayanlar vardır onlarla nadiren karşılaşırsın çok bilirler, çok görürler ve çok düşünürler. Konuştuklarında herkes gibidir cümleleri satıların altından göz kırpan kıvılcımları göremeyenlere.

Bu Defa şaşırma sırası Poyraz’daydı. Bir an düşündü ve gülümsedi bir kez daha Said’in düşüncelerindeki farklılık iyi gelmişti.

—   Çayı sen ısmarlarsın o zaman, saygı değer kıvılcım gören insan!

Poyraz’ın son cümlesi ikisinin de tebessüm etmesine neden oldu. Kalktılar el sıkışıp ayrıldılar.


 Akşam olurken Said güneşin batışa doğru ilerleyen otobüsün pek de rahat olmayan koltuğunda, yaşadığı günü yineliyordu ki düşünceleri Poyraz’da takıldı kaldı. Said, kendi deyimiyle bir karakter avcısıydı. İnsanları tanımak onların karakterleri, tepkileri, fikirleri hakkında tahminler yapmak onda eski zamanlardan kalma bir keyifdi.


 Poyraz’ın koyu siyah gözleri içinde bulunduğu karanlığın perdelenmiş hali, duruşu dünyaya yön veren liderler gibi, gülümsemesi gerçekten gülüyor mu dedirtecek kadar temkinli, bakışları sizi yok sayıyorum zavallı insanlar diyen bir zalimle size rağmen, sizin için ve sizinle birlikte diyen bir alimin  orta hali.