Said, karşısında sessizce denizi izleyen arkadaşına bakarken onun, neden bu kadar sustuğunu düşünüyordu. Rıza Amca Edirne ‘de yaşananları anlatmış hastasının şifası olan bir hastalığa tutulduğunu haber veren kıdemli hekim edasıyla Poyraz’ın inanmamanın vicdan azabını çektiğinden bahsetmişti. Ama Said Poyraz’ı biliyordu. Susuşları daha derinden geliyor olmalıydı. Yaşam telaşı içinde olan çoğu insanın fark edemediği birçok şeyin farkına varır, yaşamı farklı algılar, farkı yaşardı. Ondaki bu derinliği ancak ve ancak izin verirse fark ederdiniz. Onu tanımanıza yetecek kadar yaklaşabilirseniz hayatına ve yanınızda kendi gibi davranmaya başlarsa, sessizlikle ördüğü duvarların ardındaki dünyasında yanındaysanız bilirdiniz Poyraz'ın gerçeğini. Said kendini o duvarların ardına geçmiş sayıyor, bu sebeple de Poyraz’ın bu hali üzerine düşünmenin çözümü etkisi olmadığını anlayacak kadar uzun zamandır kafa yormuştu. Her şeyi göze alarak Poyraz ‘ın sınırlarını ihlal edecekti. Bu hamle tamamen susmasına ya da herkes gibi Said’i de yok saymasına sebep olabilirdi. Ama karalıydı sonuç ne olursa olsun altı aydır dünyayla bağlarını koparan Poyraz’ı tekrar hayata bağlayacaktı. Derinden bir nefes alarak başladı.
—Poyraz neyin var?
—İyiyim yok bir şeyim.
—Gerçekten soruyorum. Sorun neyse birlikte çözelim.
—Her şey yolunda.
—Her şey yolunda mı? Altı aydır evden çıkmıyorsun benim dışımda kimseyle görüşmüyorsun. Ev için temel alışverişini bile kapıdan teslim alıyorsun. İlk tanıştığımız zamanlarda da insanlardan uzaktın ama o bir tercihti. Şimdiki ise kaçış gibi. Ne oluyorsa anlat bana belki yardım edemem ama yanında olurum. Yalnız olmak zorunda değilsin.
Dostunun gözlerinde Said’in hiç alışık olmadığı bir ifade vardı. Sanki iki Poyraz vardı aynı bedende. Dışardan görünen içerdekini tutsak etmişte içerdekinin dünyayla bağ kurduğu tek yer olan gözleri yardım istiyor, kimsenin duyamadığı imdadıyla yeri göğü inletiyordu. Gördüğü bu manzara Said’e biraz daha cesaret verdi.
—Bak dostum seni nerdeyse iki yıldır tanıyorum evet insanları tanımak için yeterli bir süre değil ama her halini gördüm bu sürede. İnsanları yok saymanı, samimi bir gülümsemeye denk geldiğinde yaşadığın çocuksu mutluluğu, varlıktan ve var edenden bahsederken gölgende beliren büyük filozofu, otobanda hız limitlerini zorlarken sınır tanımayan serseri halini fakat bu halin tüm hallerinden farklı. Sen nasıl bir adamsın ki insan sana yardım edebilmek için bile senden yardım istiyor. İzin ver seni anlayayım. Bu susuşlarına birlikte son verelim ya da birlikte susalım ama önce anlat bana neler oluyor.
Poyraz dik dik bakıyordu karşısında kendini anlamak için yine kendine yalvaran adama. İlk tanıştıkları gün aklına geldi. Neden güvenmişti o zaman Said’e. Neden hayatına dahil olmasına müsaade etmişti. Biliyordu bu yaşadıklarını ya Said’e anlatırdı ya hiç kimseye. Anlatmak zordu hele de anlayamazken. Anlama çabası içinde kendinden şüpheye düşüyor, sık sık akıl hastası olma ihtimalini düşünerek kendine telkinlerde bulunuyordu. Gördüklerini aslında görmüyor, duyduklarını da duymuyor olabilirdi. Mümkün olmadığını kabullenirse zihninin oyunu olan yaşantılar silinir diye umut ediyordu. Ama ya kanıtlar. İşte onlar tüm umutlarını yok ediyor ve anlayamadığı bu gerçeklik haliyle tüm varlığı bir kez daha sarsılıyordu. Derin bir nefes aldı.
—Konuşmak istiyorum ama anlatacaklarımı anlamış değilim o sebeple de nasılını sormayacak sadece dinleyeceksin.
—Tamam önce sonuna kadar dinleyeceğim sonra birlikte anlayacağız.
Poyraz yapmak üzere olduğu şeyin akıllıca olmadığının farkındaydı. Bu yükü daha fazla yalnız taşıyamayacağının da biliyordu. Mantığını bir kenara iterek içindeki sesi dinledi ve anlatmaya başladı.
—Edirne’den dönüşümüzün üzerinden en fazla on beş gün geçmişti. Ben hala orda yaşadığım dışa vurumun etkileriyle boğuşurken bir rüya gördüm. İlk gün, rüya bu okuduğum bir şeyin etkisiyle görmüşümdür, üzerinde fazla durmaya anlamlar yüklemeye gerek yok dedim. Ama aynı rüyayı tam on bir gün üst üste gördüğümde dikkate almadan ondan kurtulamayacağımdan emin oldum. Hiç fark etmiyordu ne kadar uyuduğum ya da nerde uyuduğum. Koltuğun üzerindeki ufak bir iç geçmesinde bile kendimi aynı yerde buluyordum ve rüya başlıyordu. Yemyeşil bir vadi ile suyun en hayran olunası halinin kaynağı bir şelale. Su öğle berrak ki dipteki taşlar, ufak balıklar yosunlar görünüyor. Şalenin kıyısında bir yavru ceylan, bir de kurt birlikte su içiyor. Biraz ötede karınca yuvası, yuvanın hemen yanında bir yılan uyuyor, bir parça kök kemiriyor minik bir fare. Ben birbirinin besini olan bu hayvanların nasıl olup da bir arada böyle sakin kaldıklarını anlamaya çalışırken daha önce orda olmayan biri beliriyor. Üzerinde simsiyah bir kaftan, omuzlarına dökülen uzun düz saçları sakallarıyla gizli bir anlaşma dahilinde uzayıp birbirine karışıyor gibi. Gözleri öğle koyu siyah ki o gözlerin sahibinin siyah dışındaki renkleri gördüğünü düşünmek tuhaf geliyor. Siyahlar içindeki adam beni muhatap alarak konuşuyor;
—Neden bu kadar şaşırdın Âdemoğlu. Onlar doğanın içinde bir arada barış içinde yaşarlar zaten. Onları taraf seçmek zorunda bırakan aralarındaki kutsal bağı besin zincirine sıkıştıran sizin zaman ve mekân algısına takılıp kalan küçücük beyinleriniz. Baktığı halde görmeyen Ademoğulları dünyanın bugünkü halinin yegâne müsebbibi.
Siyahlar içinde, konuşurken âdemoğlu diyen bu adamın karşısında Poyraz’ın zihninde beliren ve dilinin ucuna kadar gelen nesin sen sorusunu muhatabını kızdırmaktan çekinerek biraz daha yumuşatıp;
—Bana Âdemoğlu diyorsun da benim adım Poyraz. Peki sen kimsin?
—Adın ister Poyraz olsun ister Boran. Ademden geldin. Ben soyu tanırım sen Ademdensin önemli olan da bu, Âdemoğlu. Bana gelince, kim miyim? Zamanın ve mekânın dışında yaşayabildiğinde anlarsın ancak beni. Ama kısaca, varlığı ezelden beri kötü sayılan her kötülüğün mübah görüldüğü, insanların korkup evlerine sığındığı, karanlığın atası, siyahın sessizce koyulaştığı anım, geceyim ben. Benim gölgem düşer güneşin üstüne ve gün tükenir ben hüküm sürerim saatlerce. Aslım iyidir benim. Varlığım güzeldendir. Sevenler buluşur ben gelince, anneler kuzularına sarılır doya doya, yorgunlar dinlenir, gök huzur bulur kanatlarımdaki yıldızlarla.
—Poyraz şakındı. Ama mecazi bir şeyler olduğundan emindi. Yoksa karşısındaki adam ona gece olduğunu söylüyor olamazdı. Düşün Poyraz, düşün. Mantıklı bir açıklaması olmalı. Siyahlı adam ellerini önüne uzattı, birleştirdi ve yavaşça açtı. Ve bir masa belirmişti, siyah ipekten örtüsü üzerinde siyah bir tüy ve bir siyah mürekkep. Siyahlı adam sağ elini kaldırdı; bir defter siyah kadife kapaklı ve bir siyah mum, ışığı karanlık. Siyahlı adam bu defa eğildi sol elini toprağa değdirdi siyah bir sandalye belirdi. Ruhunun derinliklerine ulaştığını zannettiği gözleri bir an Poyraz’a bakarken Poyraz siyah masanın tılsımına kapılmış karanlığın sihrini yaşıyordu.
—Âdemoğlu! Yaz. Yazmak, senin için zamanın da mekânın da sonu, yaz.
Poyraz şaşkın şaşkın:
—Ne yazmamı istiyorsun ne yazabilirim ki ben.
—Âdemoğlu! Yaz. Sadece niyet et ve yaz. Gerisi güzelliğin kaynağından.
Ters giden bir şeyler vardı olanlar oluyor olamazdı. Evet, evet bu rüyaydı hadi oğlum Poyraz hatırla en son yatağına uzanmıştın, sağda komodin var, üzerinde ışık. Bul düğmeyi dokun bitsin bu karmaşık karanlık. İşte Said bu ilk rüyam. Zihnimi ondan uzaklaştırmak için çok uğraştım. Düşünmedim, saatlerce oyun oynadım, sosyal medyada takıldım ama başaramadım. Ne zaman gözlerimi kapatıp uykuya dalsam aynı şeyleri gördüm. Sonunda ne yazacağımı bilmeden yazmaya karar verdim. Ama Onun isteğini normal bir kalemle yazabilir miydim? Hat ile ilgilenen bir arkadaşıma gittim ondan bir divit ve mürekkep aldım. Tüm evin ışıklarını kapattım, perdeleri çektim ne kadar uğraşırsam uğraşayım saf karanlığa ulaşamadım ama elimden geleni yaptım. Bir mum yaktım ve niyet et demişti ya niyet ettim, Onun benden istediğini yazmaya. Divitimi mürekkebe usulca değdirdim. İlk damla siyah kadife kapaklı defterimin ilk sayfasına kara bir leke bıraktı. Gözlerimi kapattım ve içimdekine ulaşmaya çalıştım. Saatlerce bekledim tek bir harf dahi yazamadım. Gün ışıyordu. Gece üzerimden çekilirken neden sorusu içimi kemiriyordu. Ben rüyaya inanmak ve yazmak için on bir istemiştim o da vermek için on bir istedi. On bir gece her akşam denedim yazmayı, on bir sayfada sadece kara leke vardı. On ikinci gece mürekkep damla damla harf oldu divitin ucunda. Ancak bittikten sonra anladım yazdığımı. Bu bir mektuptu. Her şeyin sahibine yazılmış bir mektup:
"Neden? Neden aldın annemi benden. Hiç mi düşünmedin benim ne hale düşeceğimi. Onsuz büyürken ne kadar canım yanacak bilmiyor muydun? Hiç mi duymadın dualarımı? Neden, neden elimden en başından sana inanma, sana güvenme hakkını aldın? Fark edemedin mi annemi alırsan varlığından şüpheye düşeceğimi? Hani diyorlar ya Onun gücü her şeye yeter neden yetmedi benim annesizliğimi dindirmeye. Hani sen çok büyüktün, hani merhametin sonsuzdu, neden bana merhamet göstermedin? Neden beni terk ettin? Hani sen tüm kullarını severdin, beni neden sevmedin? Sevmeden mi yarattın beni? Beni sevmediğin için mi annemi aldın? Sevmediğinden mi beni hiç duymadın? Neden sevmedin beni? Sen, beni var etmeden önce hiçtim ben. Yoktum. Sonra ol dedin oldum. Sonra ne oldu da oldurduğuna bakmaz oldun. Hani hiçbir şey sebepsiz değildi ya neden sebepleri gösterip acılarımı dindirmedin? Şimdi bana bir ömür borçlusun annesiz, sensiz, kimsesiz geçmiş ömrümün yerine bana bir ömür borçlusun. Benden tüm aldıkların yerine, ömrüm yerine sebepleri istiyorum senden. Varsan, duyuyorsan ve beni hala unutmadıysan belki biraz da seviyorsan sebepleri ver bana. Olanların, olacakların ya da olmuşların sebeplerini göster. Göster ki varsın diyeyim. Göster ki hamd edeyim. Göster ki benden vazgeçmediğini fark edeyim."
Evet, ona yazmıştım. Olmadığa inanmaya uğraşsam da harflerim Onun içindi. Yazdığım mektubu istemsizce on bir defa okudum. Defterimi incinmesinden korkulan değerli eşyalara has bir hassasiyetle yavaşça kapattım. O benim için artık kutsaldı. Öptüm. Yeri başımın üstündeydi. Günler sonra rüyasız bir uykuya bıraktım kendimi. Bir gün sonra yine yaktım mumu amacım yeni bir şeyler yazmaktı. Ama önce okumak, illaki okumak, ilk yazılanı okumak. Okudum, okudum gözlerim mumun ışığına takıldı ve ışık sanki dalgalanıyordu. Sanki hale hale büyüyerek beni ve tüm mekânı sarıyordu. Gözlerim artık ışığı görmez oldu ve kapandı.
Bir ses duyuyordum bir adam sesi, genç otuzlu yaşların başında belki. Görüntü de yavaşça belirginleşti. Adam, bir mezarın başında elinde bir buket beyaz gül. Konuştuğu mezar taşına öğle şefkatli bakıyor mezarın üzerindeki çiçekleri öğle derin bir merhametle okşuyor ki, mezarda olan bu evreni çoktan terk eden ruhuyla ziyarete gelindiğini hissediyordu belki. Adam konuşuyor:
—Canım sen bizden ayrılalı iki yıl oldu. Bir günüm seni özlemeden geçmedi. Ölmeseydin sen ben ve minik oğlumuz ne mutlu bir aile olurduk. Hiçbir eksiği kalmazdı o zaman hayatına rağmen hayat verdiğin kıymetlinin. Sana söz verdim yokluğunu hissettirmemeye çalışıyorum. Ama bazen tüm çocuklar gibi anne diye ağlayamaması içimi acıtıyor. Kıymetlin hiç ağlamasın istersin bilirim ama çocuk bu ağlıyor işte. Yiğit teyze diye ağladığında ya da gece yarısı korkup bana sığındığında keşke diyorum keşke.
Poyraz adamı rahatsız etmekten korkup adamdan ilerdeki büyük çam ağacının arkasına saklanmıştı Yine mi rüya görüyordu. Bu defaki neydi, uyumuş muydu ki? Adam gülleri tek tek mezarın üzerine yerleştirirken gözünden akan yaşları sevdiğinden saklamaya çalıştı görmeyeceğini bile bile.
—Gitmem gerek canım Yiğit’i annene bıraktım. Söz bir daha ki sefere kıymetlini de getireceğim sana.
Poyraz içindeki sesi dinleyip mezarlıktan ayrılan adamı izledi. Yol uzundu belli ki genç adam yürümek istemişti. O önde Poyraz arkada yürüdüler yürüdüler. Güzel bahçeli bir evin önünde durdu adam. Mavi boyalı bahçe kapısını açtı. Bahçede oturan kadının uzandı elini öptü. Az önce bahsedilen anne demek ki bu teyzeydi. Kadın, huzurlu insanların dinginliği yüklü sesiyle konuştu:
—İyi misin oğlum
—İyiyim anne Betül’ü ziyaret ettim
—Ah oğlum! kızımı toprağa verdiğime mi yanayım, senin ona böyle yandığına mı?
—Yanma annem. Sen hiç yanma ölüm hak. Sevdanın mirası da gidene yanmak. Yiğit uyuyor mu?
—Evet epey oldu yatalı kalkar şimdi. Aç mısın evlat bir şeyler hazırlayayım mı?
Adı Yiğit minik adam babasının kucağında mahmur bakışlarla. Yürüyor genç adam yine ardında Poyrazla. İki sokak ilerde bir ev bu da bahçeli kapı açılınca sevimli bir köpek geliyor kuyruğunu sallayarak, niyeti sevdiğini göstermek. Genç adam mahzunluğunu atıyor üzerinden yavaş yavaş. Kıymetlisinin kıymetlisi ve ev arkadaşları Çamur ile oynuyor. Poyraz hala izliyor ama görülmediğini fark ediyor. Bir tek Çamur hissediyor onu, havayı kokluyor, yeri kokluyor homurdanıyor ama bulamıyor sadece hissediyor. Tüm bunlar olurken Poyraz’ın aklı daha da karışıyor. Nasıl göremezler onu, nasıl fark etmezler varlığını. Daha da önemlisi kim bunlar ve Poyraz nasıl buldu bu insanları. Gün eteklerini toplayıp telaşla ilerleyen bir kadın gibi erkenden terk ediyor zamanı ve gece oluyor. Genç Adam uyutuyor oğlunu, odasına götürüyor. Poyraz kararsız adamla mı gitse Yiğit’le mi kalsa. Belki de annesizlik ortak noktaları olduğundan, kendi de geceleri yalnız korktuğundan Yiğit’le kalıyor. Yiğit beyaz yatağında turkuaz çarşaflarının üzerinde mışıl mışıl uyurken Poyraz’ın gözünde an be an büyüyor önce ilk okul çağı beliriyor gözünde; yanında babası. Derken lise, üniversite. Ardından bir düğün beliriyor Yiğit damat. Mutlu bir yaşlı adam baba, tekerlekli sandalyede; önce damat eğilip öpüyor elini sonra gelin. Yiğit artık bir genç adam babasının annesini kaybettiği demlerde. Yiğit iyi evlat, iyi komşu, iyi eş ve iyi baba. Yiğit hem kız hem erkek evlat babası. Kızı doktor, bir gün bir annenin hayatını kurtarıyor dört çocuğu annesizlikten koruyor. Daha da büyüyor anne oluyor iyilik nesil nesil can buluyor. Oğlu Pilot, gözü pek, savaş uçağı kullanıyor. Bir gün bir uçak vuruyor bir milleti esaretten kurtarıyor. Cesaret nesil nesil soy sürüyor. Poyraz bariz bir memnuniyetle gözlerini Yiğit’ten ayırırken bakışları duvardaki aynaya kayıyor. Aynada başka bir zaman başka bir gerçeklik . Genç kadın kucağında Yiğit ninni söylüyor kapı aralık. Genç adan uzatıyor başını:
—Canım uyumadı mı daha sende dinlenmelisin biraz.
—Tamam geliyorum kıymetlimi yatırayım da.
Yiğit aynadaki yansımasında büyüyor bu defa. Delikanlı çağlarında annesinin bir tanesi kıymetlisi. Biraz şımarmış, on sekizinde istediği araba alınmış. Yiğit genç delikanlı yanında arkadaşları araba son sürat, kafalar da hafif dumanlı. Bir kaza Yiğit ve iki arkadaşı. Üç eve düşen kör sancı. Anne dayanamıyor kıymetlisinin zamansız gidişine. Önce ruhu hasta oluyor sonra bedeni altı ayda ölüm onu da alıyor. Elinde tabanca yitirdiklerinin ardından canından vazgeçen bir adam. aynada kanlar içinde. Bu görüntü Poyraz için son nokta. Anlıyor gördüklerinin sebebini. Evren alternatifler barındırıyor ve kimin başı acı kimin sonu. Her şeyi var eden yüksek perdeden varım diyor. Kapısına bırakılan mektubun sahibini muhatap alıp sebepleri isteyene sebepleri veriyor. Ölüm, Yiğit’in annesine sebepler dâhilinde geliyor. Betül’ün seçimi kıymetlisinin selameti üzerine olduğundan yol bu sapaktan ayrılıyor ve sonrasındaki bir güzel nesil can buluyor.
Poyraz, rengi atmış şaşmış halde zorla yutkunarak kendisine bakan arkadaşına;
—Anladın mı çünkü ben hala nasıl olup da bunları gördüğümü anlamadım.
Said ne diyeceğini bilmeden parmaklarını saçlarında dolaştırarak zihnindeki karmaşayı çözmeye çalıştı. Mantığı arkadaşının ruh sağlığının bozulmuş olması ve sanrılar görüyor olması üzerine muhtemel senaryoları önüne sermeye başladığında gönlüne düşen ilhamı dikkate alarak:
—Madde evrenine göre anlattıklarının en mantıklı açıklaması akıl sağlığının bozulmuş olması ama biz biliriz ki Hızır vardır. Şems vardır. Onlar varsa evrenlerinin sınırları aşan sırlara vakıf olanlar vardır. Bu sebeple önce en az olası ihtimali göz önüne alalım. Farz edelim ki sorun senin beyninin kimyasal yapısından kaynaklanmıyor. Gördüklerin senin için hazırlanmış özel bir mesaj. Tanık olduğunu düşündüğün yaşam serüvenlerinin uzun uykusuzluklar sonrası görülen rüyalar, gördüklerinin değil. Ya da annesinin kaybını atlatamayan büyümüş bir çocuğun yardım çığlıları değil. Bunların gerçek yaşamlar olduğuna nasıl ve neden inandın.
Poyraz derin bir nefes aldı. Hissettiği şey rahatlamadan ziyade kendinden emin olamama kaygısıydı. Ben de çok düşündüm. Elimde iki delilim vardı ama her şey benim kafamın içinde olup bitiyorsa delilleri de hayal etmem olasıydı. Bulmak mı istiyorum bulmamak mı bilmeden araştırdım yolun başı bir mezarlıktı. Ben de dünyanın son bulduğu noktadan başladım. Mezar taşını gördüğüm Betül’ü buldum tenha bıraktığım aile mezarlığı kalabalıklaşmış Betül kıymetlisini sağına sevdiğini soluna almıştı. Evet Betül vardı ve yiğit onun kıymetli evladıydı şimdi bu küçük aile bir arada toraktaydı. İlk işim ölüm tarihlerini kontrol etmek oldu ve garip bir rahatla yayıldı içime; Yiğit büyümüş baba olmuş, babası oğlunun mutluluğuna tanık olduğu hayattın ardından ölümle hemhal olmuştu. Birilerini görmek umuduyla her gün erkenden mezarlığa gidiyordum. Bakımlı bir mezarlıktı demek ki kalanların özlemi hala dumanlıydı. Bir öğleden sonra mezuniyet formları içinde bir delikanlı geldi Yiğit’in mezarının baş ucuna oturdu varlığıma aldırmadan.
—Merhaba baba. Ben geldim. Mezun olduğun gün birlikte kutlayacağız diye söz vermiştin. Sen mezuniyete gelemedin ama ben sana geldim. Artık pilotum baba. Artık kendimi ait hissettiğim gökler benim. Seni çok özledim baba. Seni çok özledim.
Poyraz aynı mezarın başında yeniden tanık olduğu özleme hayran kaldı. Yiğit’in babası haklıydı.
—Bir an düşündükten sonra sessizce ağlayan delikanlının omzunu şefkatle sıvazladı. Sevdanın mirası gidene yanmak demişti güzel yürekli bir adam. Delikanlı, gidene yanarken kalanı gidenin hatırına ihmal etmemek gerek. Babandan geriye sana kimler kaldı.
—Dedem de böle söylerdi. Babaannemin mezarını elli yıl her gün ziyaret etti. Tanıyor musunuz kendisini.
—Evet ziyaretlerinin birinde karşılaşmıştık bahsettiğim gönlü güzel adam da kendisi. Sen Yiğit’in oğlusun değil mi? Bu soru delikanlının gözlerinde derin bir gülümsemeye sebebiyet verdi.
—Evet. Dedem size babamı da anlatmış olmalı. Çok severdi onu ve bizi. Tabi biz de onu.
—Ya baban dedi Poyraz havada asılı kalan bir pişmanlıkla.
—Babam üç ay önce öldü. Aslında hastalığı yenmişti. Artık testler negatif çıkıyordu ama birden kalp krizi geçirdi.
—Başın sağ olsun. Bilirim zordur kaybetmek sevdiğini. Ben de annemi kaybettim hem de çok küçükken.
—Zor. Özlüyorum babamı ama o iyi bir babaydı. Birlikte geçirdiğimiz vakitlere dair hiçbir pişmanlığım hiçbir keşkem yok. Özlüyorum sadece.
Bu genç insanın ölümü anlayış ve kabulleniş şekline hayran kaldım. Yaşına rağmen oldukça olgundu. Kendime kızdım belki de çok özel bir anı araya girerek mahvetmiştim.
—Rahatsız ettim seni kusuruma bakma.
—Hayır hiç de rahatsız etmediniz hatta iyi ki buradasınız. Az önce özlem ruhumu derinden sarınca kimin torunu, kimin oğlu olduğumu unuttum. Sevginin bedenden öte varlığı ümitsizliğimin ardında kaldı. Bir programınız yoksa evimizin bahçesinde komşularımızın da katıldığı küçük bir yemek düzenliyoruz mezuniyetim için gelmek ister misiniz?
—Rahatsız etmeyeceksem çok memnun olurum.
Oturduğum yemek sofrasında; samimiyet, sevgi, mutluluk ve her şeyden öte yerleşmiş bir huzur vardı. Bu bahçede kuyruğunu sallayan Çamur belirdi gözünün önünde bu ev Yiğit’in çocuk olduğu evdi işte. İzin isteyip ayrılırken sıkıca sarıldım delikanlıya. Bu kadar vakit geçirdik ama adını bile bilmiyorum senin ama inan çok karanlık bir anımı aydınlattın sağ ol dedim sessizce.
—Kocaman gülümsemesiyle Selim dedi.
Anlatacakları biten Poyraz arkadaşının özlerine baktı.
—Varlar Said gerçekten varlar. Onları gördüm ve tanıdım. Onlar da gerçek, kanıtlarım da. Büyük bir rahatlamayla ellerini pantolonun ceplerine götürdü ve önce sağ elini açtı:
İki sebepler çemberi gördüm. Bu ilkinin kanıtı; Yiğit’in babasının kaderinden kovulmuş olan kurşun, aynanın aksi.
Sonra sol elini açtı yavaş yavaş:
Bu da ikincisinin kanıtı. Henüz anlatmadım sana. Fatmaların sonuncusunun kaderinden tez ayrılan sevdiğinin geride kalan alyansı.