Ara sokaktan koşarak çıktı. Yayalara kırmızı yanarken caddeyi hızla geçti. Ardından acı bir fren, çığlık atarcasına korna sesi ve okkalı bir küfür duyuldu.


Kestanecinin yanından rüzgar gibi geçti. Kızarmış kestanelerin nefis kokusu az kalsın onu durduracaktı. Büyük M harfini görür görmez hızını arttırdı.


Metro istasyonunun kapalı gri kapısı son trenin kaçtığını haber veriyordu. Hızlı hızlı, sert sert, yana yana soluk alıp verdi. Bir yanardağ gibi duman püsküren ağzından okkalı bir küfür patladı.


Telefonundan son trenin geliş saatine baktı. Tarife doğruysa dört dakikayla kaçırmıştı. Cüzdanını çıkarıp baktı. Taksiye verecek kadar parası yoktu. Bu saatte dolmuş veya otobüs bulması da zordu. Sağa sola baktı. Gri kapıya sert bir tekme attı.


Son kestaneyi ağzına atıp ağır ağır çiğnedi. Boşta kalan eline baktı sonra. Uzun tırnaklarının arası, kestane kabukları yüzünden karayla dolmuştu. Parmak uçlarını kokladı. Kömürlü kestane kokusu…


Sigara yaktı. Soğuk havada hafif hafif esen rüzgara kaldırdı başını. Gözlerini kapadı, sonra açtı. Sigara dumanını rüzgara katıştırdı.


Belki dolmuş geçer diye ana caddede yürüyordu. Boş taksiler arkadan yaklaşırken korna çalıyor, dönüp bakınca da taksicilerle göz göze geliyordu. Yavaşlayan taksi, “dur” işaretini göremeyince tekrar gaza basıp uzaklaşıyordu. Acaba geçip gittikten sonra küfrediyorlar mıydı?


Bir taksi çevirmeyi düşündü o an. Şoföre, yanında yeteri kadar para olmadığını, ücreti eve gidince verebileceğini söylerdi. Kabul eden biri çıkardı elbet. Ya da biner, eve varınca parayı ödemek için cüzdanını arar gibi yapar, “Eyvah, cüzdanımı düşürmüşüm galiba! Bir koşu eve çıkıp parayı getireyim.” derdi. Düşündü. Evde de para yoktu. İş yeri, maaşları ödemeyi altı gün geciktirmişti. Kredi kartının limiti dolmuştu. Bu ay kesin dibe vuracaktı.


“Birader, taksi mi bekliyorsun?”


Sigarasını sertçe üfleyip sesin geldiği yana baktı. Orta boylu, keçi sakallı, geniş omuzlu bir adam gördü. Gözleri yanıt bekleyen bir çocuğunki gibi ışıl ışıldı. Sırtında açık kahverengi mont, başında koyu kırmızı bir bere vardı.


Yabancılarla konuşmayı sevmezdi. Anlamamış gibi baktı adamın yüzüne. Adam gayet rahat, konuşmasını sürdürdü: “Aynı tarafa gidiyoruzdur belki. Ücreti bölüşürüz.”


Sigarasından derin bir nefes çekti, içeride tuttu biraz, ağır ağır bıraktı. Soğuk havada ılık nefesiyle karışıp dışarı fışkıran sigara dumanı, boru gibi uzayıp genişledikten sonra dağılarak yabancı adamın üzerine doğru sisten bir kalkan çekti.

“Hayır, taksi falan beklemiyorum.”


Yaklaşık bir saattir yürüyordu. Aynı hızla yürürse bir buçuk saat kadar sonra evde olabilirdi fakat yürümek zorlaşıyordu. Kış gecesinin keskin soğuğu içine işliyordu. Ellerinin üzerindeki çatlaklardan incecik kan sızmış, soğukta kuruyup kalmıştı. Burnundan nefes alıp veriyor, burun delikleri yanıyordu.


Sokak lambasının sarı ışığının tam aydınlatamadığı bodur ağacın dibinde bir karaltı gördü. Köpek olabileceğini düşünerek duraladı. Yavaş adımlarla yaklaştı. Yerde biri vardı.


Seslendi. Yanıt gelmedi. Karaltı yüzükoyun yatıyordu. Bir kolu, başını sağdan sarmıştı; diğeriyse paltosunun cebindeydi.


Bir kez daha seslendi. Yanıt alamayınca çömelip omzunu dürtü. Karanlık beden hafifçe sallandı. Cep telefonunun fenerini açtı. Açık tenli, uzunca sarı saçlı, genç denebilecek yaşta biriydi. Yüzünde yara bere izi görünmüyordu. Birkaç kez daha omzundan sarstı. İçki kokulu bir horultu duyuldu.


Doğruldu, yürümeye devam etti. Beş on metre sonra durdu, döndü, yerde yatan karaltıya baktı. Bir sigara yaktı. Ağzından çıkıp genişleyen duman, karaltının üzerine gri bir tül örttü.


Geri döndü, çömeldi, adamın palto cebinde duran elini tutup çekti. Yere bir şey düştü. Bir cüzdan… Kabarık bir cüzdan... Bir sürü para… Kartlar, kartvizitler, not kağıtları vardı. Kimlik ya da ehliyet yoktu. Herhangi bir personel kartı da yoktu. Hafif kırışmış bir vesikalık fotoğraf… Sarı saçları omzuna dökülmüş, koyu mavi gözlü, açık tenli, güzel bir kadın…


Ayağa kalktı, sağa sola bakındı. Sigarasını yere atıp üstüne bastı.


Taksi, boş caddede kayarak gidiyordu. Gündüz çılgınca kalabalık olan cadde, geceleyin kimlik değiştiriyordu. Tüm büyük kentlerin ana caddeleri çoğul kişilik bozukluğundan muzdaripti.


Ağaçlar, direkler, trafik ışıkları, duraklar, banklar, evler… Nemli camın ardında akıp geçiyordu. Evler lüks ve güzeldi. Çoğunun camında kalın perde yoktu. Tül perdeler içeriyi örtmüyordu.


Işığı yanan evler vardı. Sarı loş aydınlatmalar… Birçok kez geçmişti bu caddeden. Hemen hemen hepsinde de bu tür bir aydınlatma vardı. Bu evlerde oturanlar romantik insanlardı demek ki. Zenginlik ile romantizm arasında bağ vardı.


Taksi yavaşlayıp sağa döndü. Sol tarafı ağaçlı bir sokağa girdi. 100-150 metre kadar sonra durdu. Aynada taksiciyle göz göze geldi. Bir hareketlenme olmayınca “Adres burası.” dedi taksici; uykulu, yorgun, bıkmış ses tonuyla.


Aynanın köşesinde kırmızı rakamlarla “46,75” yazıyordu. Dolgun cüzdandan 50 lira çıkarıp taksiciye uzattı. Para üstünü aldı. Taksiciye, “Yardım et de arkadaşı evine taşıyalım.” dedi.


Salon penceresinin manzarasından yakındaki bir parkın ulu ve karanlık ağaçları görünüyordu. Tavandan aşağıya kadar inen camın önünde iki tekli koltuk, ortada da şık yuvarlak bir sehpa vardı.


Kendisini koltuğa bıraktı. Ayaklı abajurun yaydığı loş ışıkla aydınlanan geniş salonu inceledi. Duvarda büyükçe bir soyut resim asılıydı. Salon girişinin hemen sağında büyük bir kitaplık vardı. Lüks oturma grubu, garip kıvrımlı desenlerin iç içe geçtiği büyük bir halı ve ortada kare cam sehpa…


Tam karşıda antika kanepede evin sahibi, üzerine battaniye örtülmüş, horul horul uyuyordu. Arada bir garip sesler çıkarıp anlamsızca sayıklıyordu.


Duvar saati 02.57’yi gösteriyordu. Sigara yaktı, dumanı yavaş yavaş içine çekti. Kısacık bir süre bekledi. Sonra yavaşça dışarı saldı. Soğukla karşılaşmayan duman gevşek gevşek yayıldı. Tam ortasından atom bombasındakine benzer bir mantar oluşturup tavana yükseldi.


Sigarası bitince bir tane daha yaktı, sonra bir tane daha… İç içe geçen boğuk düşüncelerle, nereden aklında kaldığını bilmediği birbirinden kopuk görüntülerle zihni giderek bulanıyordu. Hangisi gerçek, hangisi düş? Sınırı nasıl çizersin? Çizebilir misin?


Duvar saati 03.39’u gösteriyordu. Göz kapakları yarı açıktı. Gözleri halının kıvrımlı şekillerine takılıp duruyordu. Tablodaki iç içe geçen garip ve kıvrımlı çizgiler gibiydi hepsi.


Bir duvardaki tabloya bir yerdeki halıya baktı. Tablodaki şekiller çerçevenin dışına taştı, duvardan akıp halıya ulaştı. Kıvrılan şekiller yılan gibi sürünüyordu. Halının üstü birbirlerini yutan koyu renkli yılanlarla dolmuştu. Birbirlerinin üstünden geçip düğümleniyor, sonra tekrar çözülüyor, tekrar düğümleniyorlardı. Artık tablo ve halı bir bütündü.


Göz kapakları, ağırlığı daha fazla kaldıramayıp kapandı. Başı yana düştü.


Gözlerini açtı. Kanepedeki boş battaniyeyi gördü ilkin. Ayağa kalktı, salondan koridora geçecekken arkalardan bir yerden tıkırtılar geldi. Duraladı. Işığı yanan koridora çıkmadan kapı önünde bekleyip sesin merkezine kulak vermeye çalıştı.


Koridora adım atar atmaz karşısında dikilen kadını görünce korkudan kaskatı kesildi. Sarı saçlı, koyu mavi gözlü, açık tenli, güzel bir kadın alaycı ve aşağılayan bir ifadeyle ona bakıyordu.


“Evimde ne işin var?” diye gürledi kadın aniden. Yüzünde kara bulutlar dolandı, gözlerinde şimşekler çaktı. Kılıcını çekmeye hazır bir amazondan farksızdı.


Sorgulayan sert bakışların baskısı altında, “Şey… Ben… Ben buraya sarhoş, baygın bir adam getirdim…” diyebildi. Kadın, “Adam ha! Saçmalama! Burası benim evim. Ne işin var burada?” diye haykırdı yeniden.


Olanlara anlam veremedi. Saçları yağlı yağlı kaşındı. Elini başını götürüp kaşıdı. Cesaretini toplayıp yineledi: “Ben buraya yolda baygın bulduğum bir adamı getirdim taksiyle. Adres, cüzdanında yazılıydı. Taksici, adamı buraya çıkarmama yardım etti. İnanmazsanız taksiciyi bulup sorabiliriz.”


Kadın ellerini sert bir hareketle beline koydu. Bakışları daha da keskinleşti. Bembeyaz dişlerini yırtıcı bir hayvan gibi sıkarak gösterdi. “Beni takip ettin, bayılttın, sonra da buraya getirdin, değil mi? İtiraf et! Hırsızlığa geldin, belki de benden faydalanacaktın da iğrenç sapık herif!”


Kadının sözleri, kafasına kafasına balyozlar indiriyordu. Korkudan ve şaşkınlıktan kanı donmuştu. Ne olduğunu anlayamıyordu. Karanlıkta yerde yatanın bir adam değil de bu kadın olduğunu fark edemeyecek kadar dikkatsiz olabilir miydi?


“Neyse…” dedi kadın aynı sertlikle, “Polisler yoldadır zaten, derdini onlara anlatırsın.”


“Yo, hayır, yanılıyorsunuz, ben bir şey yapmadım!” diyerek geri geri adımlamaya başladı. Kadın, elleri hâlâ belinde, otoriter bir öğretmen edasıyla üzerine üzerine yürüyordu. Yürüyüş, salonun ortasına dek sürdü. Arkasını göremediği için ortadaki cam sehpaya çarptı, büyük bir gürültüyle sırtüstü sehpanın üzerine düştü, cam kırıkları sağa sola saçıldı.


Sersemlemişti. Gözlerini kırpıştırdı. Kolundan içeriye yapışkan bir sıcaklık süzülüyordu. Sehpanın kırılan camı sol elinin bileğini kesmişti. Telaşla bileğini tutup sıktı ama kan durmak bilmiyordu. Bileğini sıktıkça kan akışı daha da arttı. Başı dönmeye, gözleri kararmaya başladı. Sağa sola bakındı. Halının kıvrımlı desenleri hareket ediyor gibi geliyordu.


Bir duvardaki tabloya bir yerdeki halıya baktı. Tablodaki şekiller çerçevenin dışına taştı, duvardan akıp halıya ulaştı. Kıvrılan şekiller yılan gibi sürünüyordu. Halının üstü birbirlerini yutan koyu renkli yılanlarla dolmuştu. Birbirlerinin üstünden geçip düğümleniyor, sonra tekrar çözülüyor, tekrar düğümleniyorlardı. Artık tablo ve halı bir bütündü.


Gözlerini son bir gayretle sonuna kadar açtı. Kadın tam karşısındaydı. Halının ucunda dikilmiş olanları keyifle izliyordu. Saçları sapsarı yılanlara dönüşmüş kımıldaşıyordu. Koyu mavi gözleri parıldadı. Kan kırmızı dudaklar aralandı. Bembeyaz sivri dişlerle vahşice sırıtan ağzından çığlık gibi bir korna sesi çıktı.


Gözlerini açtı. Hızlı hızlı soluk alıyor, kalbi yerinden çıkacakmış gibi gümbürdüyordu. Kanepede battaniyeye sarınmış uyuyan ev sahibini gördü ilkin. Kısık kısık horluyordu. Duvardaki saat 06.32’yi gösteriyordu.


Sokaktan bağırtılar geliyordu. Camdan aşağı baktı. Sokak ortasında bir araba duruyordu. Camından çıkan bir kafa, önündeki yayaya bir şeyler bağırıyordu. Yaya da elini kolunu kaldırıp karşılık veriyordu. Arkada bekleyen arabalar, sabırsızlanınca sırayla kornalarına bastılar. Bunun üzerine öndeki araba sertçe gazladı. Yaya, söylenmeyi sürdürdü.


Ayağa kalktı, gerindi. İşe yetişmesi gerekiyordu, iş yerinden de epey uzaktaydı. Kitaplığa yöneldi. Kağıt ve kalem aradı, buldu. Dün gece olanları kısaca yazdı. Kağıdı, sehpada duran dolgun cüzdanın altına koydu.


Cep telefonundan en yakındaki metro istasyonuna baktı. İstasyon yakın sayılırdı. Tren seferlerini açtı. Altı dakika sonra bir tren istasyonda olacaktı.


Daireden aceleyle çıktı. Ses çıkarmamaya özen göstererek hızla asansöre yöneldi. Apartmandan çıkıp hızlı adımlarla metroya doğru yürümeye başladı. Adımları giderek hızlandı. Geç kalmamak için en sonunda koşmaya başladı.


Ara sokaktan koşarak çıktı. Yayalara kırmızı yanarken caddeyi hızla geçti. Ardından acı bir fren, çığlık atarcasına korna sesi ve okkalı bir küfür duyuldu.