“Eskiden.” Dedi patron. Duraksadı…

“Her şeyin bereketi vardı.” Diye devam etti.

Sigortasız işçi çalıştırmak daha kolaydır eskilerde, onu özlüyordur, diye düşündü bizimki. Bir iş yemeği samimiyetsizliği bitmek bilmiyordu.  Sabah olacaktı. Bu içtenlikle konuşan adam yarın başka biri olarak yine kendilerine zulmedecekti. Patronun yanında oturan Elif’e baktı. Onu da alıp masadan kalkmak istedi. Ama Elif onunla gelmezdi. Farklı bir dünyada olan o kadında neler vardı? Eskisi gibi kalbinin çalıştığı zamanlarda yaşasa ona âşık olduğunu düşünecekti. Fakat o duyguları hissetmeyeli yıllar olmuştu. Elif’in şu an masada nutuk atan evli ve çocuklu patronuyla ilişkisi olduğunu da biliyordu. Ama insandı bu. Elif’in menfaatleri böyle bir adamla olmakla paralelse olabilirdi. Sadece biraz konuşmak, belki unutulacak bir gece yaşamak… Tüm istediği bu olabilirdi. Arzuları onu ele geçirmişte sayılmazdı. Bozuk ruh hali, şehvetini de dindirmişti aslında. Elif ve o sadece biraz, sadece biraz laflasa ne olurdu?  O gözlerindeki durgunluğun kendisi ile benzeştiğini biliyordu. Belki kendisiyle aynı duyguları hisseden birini bulmuş olacaktı. Ama Elif konuşmayacaktı. Her kadının anlatacak onlarca şeyi vardı, artık dinleyecek tahammülü bulamıyordu kendinde. Düşünürken buldu. Sadece Elif’e kendini anlatmak istiyordu. Evet Elif sadece onu dinleyecekti. Sarhoş kadın olanlardan habersiz, patronun anlattıklarıyla hüzünleniyor, bizimkinden bihaber yaşıyordu.

 

Yalnızlık mıydı sıkıntısı? Konuşacak birini bulamamak mı? Ona çocukluğunu, eski günleri özleten şey, kendisini oyalayacak bir çocuğunun olmaması mıydı?  O yemekten çok zaman geçmedi. Diğer insanlar gibi olmaya çalışmanın cezasını çekeceği bir olayın ortasında buldu kendini. Nasıl bir aptallıktı bu evlilik? Nasıl da tongaya gelmişti. Aslında annesi üzülmesin diye, biraz da topluma normal biri olduğunu göstermek için bu yola girmişti. Herkes evleniyorsa güzel bir şey var demekti. Kaldı ki hep bir şeylere geç kalmanın sıkıntısını çekmişti. Üniversiteye iki yıl geç gidip, altı yılda bitirmenin cezasını uzun yıllar çekmişti. Bari evliliği zamanında yapmalıydı. Değişmek istemiyordu. Ama aklı ona engel oluyordu. Değişmeliydi. Babası onun yaşındayken üç çocuğa bakıyordu. Otuz yaşında bir adamın direneceği bir çocukluk düşüncesi olamazdı artık.

 

Bir gün parkta dolaşırken, eskinde yanlarında çalışan iki işçiyle karşılaştı. Parkta aileleriyle çay içen bu adamlar, bizimkinin efendiliğine hayrandı. Yaşına göre olgun, sakin ve anlayışlı bir imaj çiziyordu insanlara. Oysa mesai saati bittikten sonra, en pis günlük kiralık dairelerde, en pis faişelerle gecelerini geçiriyor, alkolün pençesine düşmüş beyni, üç beş bardak viski içemeden uykuya dalamıyordu. Direnme, demişti kendine. Direnme. Ben de böyle biriyim. Herkes mükemmel olacak diye bir şey mi vardı? İçecekti. Bayılana kadar. Ciğerlerinin yakana kadar sigara da içecekti. Vurdumduymaz olacaktı. Yarını düşünmeyecekti. Yarını, emekliliği, yaşlandığı zamanları kafaya takmadan yaşayacaktı. Canı ne istiyorsa öyle olacaktı. Kimseyi de ciddiye almayacaktı. Hayat neyi verirse önüne onu yaşayacaktı.

Sabahların zulmüne zorla uyanıyor gözleri, defalarca yazdığı istifa mektubunu patrona sunamıyordu. Bir korku verilmişti ona, ona ve tüm insanlara. İşsizlik ölümdü, müzik karın doyurmazdı, işsiz adamı anası bile sevmezdi. Bu düşüncelerle direniyordu. Çalışmazsa içki içecek parayı da bulamazdı. Sabret diyorlardı arkadaşları. Herkesin sıkıntıları vardı. Fakat neye sabredecekti? Hangi yarını neden bekleyecekti? Belki yaşı kadar çalışması gerekiyordu. Şimdiden yorulmuştu oysa. İnsanlarla bir arada olmaktan, onları çalıştırmaya çalışmaktan, onların dertleriyle boğulmaktan sıkılmıştı. Evlilik belki iyi gelecek düşüncesiyle bir boşluğa düştü. Her şey çok hızlı gelişti. Parkta gördüğü işçilerden biri onu kenara çekti. Diğerinden habersizce, ilerde oturan kadınların içinden bir kızı gösterdi. Bekar, dedi. Senin yaşlarında. Vallahi herkese yapmam bunu, sen farklı bir adamsın. Bu kızı kaçırma, iffetli, işinde gücünde.  Diğer işçi, yani kızın babası dünden razıydı kızını bizimkine vermeye. Bu devirde böyle damat nerede bulacaktı? Sadece altı ay geçmişti ki hiç tanımadığı bir kadınla evlilik adı altında aynı evde yaşıyordu. Annesi o işten geldiği zaman çok rahatsız etmezdi. Akşam dışarı çıkar istediği haltları yedikten sonra, geç saatlerde eve gelirdi. Oysa şimdi… Evlendiği bu kızı düşünmüyordu bile. Hiçbir şey çocukluğunda arzuladığı gibi büyük bir şevkle olmamıştı. Sıradan, olağan bir şekilde ne kendi hayatında ne de dünyanın genel gidişatında bir değişime neden olmamıştı, en değer verdiği anılar bile. Akşamları eve gittiği zaman bir kadın vardı sadece. O kadın bizimkinin ne alkolik olduğunu ne de ucuz zevklerin peşinde yaşamaktan, karanlıktan, yıkılmışlıktan zevk alan bir hasta olduğunu bilmiyordu. Genetiği iyiydi herhalde. Yaşadığı bu dağınık yaşam ve bozuk ruh hali dış görünüşüne yansımıyordu. Tüm günü yediği birkaç lokmayla geçiriyor. Eve gelmeden önce her gün kafayı çekiyordu. Geceleri uyumuyordu. Yine de iyi görünüyordu. Saçları sık ve siyah, o kadar alkol içmesine rağmen göbeği de yoktu. Geceleri uyumuyordu çünkü yalnız kaldığı zaman dilimi yalnızca o anlardı. Üniversite yıllarında dağılan müzik grubunun özlemini duyarak, kulaklık kulağında binlerce insanın önünde şarkı söylediğini hayal ediyordu.

Karısı fena sayılmazdı aslında. Bazen ona alışır gibi oluyordu. Elinin altında sevişilecek birinin olmasının konforu farklıydı. Bir klişe olarak çok farklı dünyaların insanıydı ikisi de. Onunla birlikte olmaktan zevkte alıyordu. Fakat bazı zamanlar artık bunu bile istemiyordu. Karanlık odaları özlüyordu. Arkadaşlarını, başıboşluğu. Direnilmeyecek bir noktaya gelmişti yaşlanmak. Korktuğu hayatın pençesine düşmüştü çoktan. Sıradan bir hayat. Eve gitmek, işe gitmek, tatilleri beklemek, eski günleri beklemek, birbirine benzeyen günlerin halkasında kahrolup gitmek… Akşama kadar televizyon izleyen karısı evde onu bekliyordu. Yaptığı iğrenç yemekleriyle midesini, akşama kadar izlediği aptal dizileri anlatarak bizimkinin kafasını bozuyordu. Yalanlar başladı. Gece çalışmaları, mesailer, şehir dışı geziler ve hamile bir kadın evde. En kötü senaryo. Yine de içinde henüz ölmemiş bir çocukluğun izleri ile, bu hayatın kendisine ait olup olmadığına dair aptal duygulara kapılıyor, bir rüyadan uyanmanın ferahlığını arayıp duruyordu. İpler gerilmişti. Hem kendi ailesi hem karısının ailesiyle bir düşmanlık başlamıştı.

 

Karnı şişen karısını görmek istemiyordu. Sorumluluklar geliyordu demek. Bebek bezleri, ağlayan çocuk sesi, yeni doğum yapmış bir kadının kaprisleri. Kaçmak istiyordu. Artık zorundaydı. Eskiden içki parası için çalıştığını biliyordu. İstediği zaman kopup gidebilirdi bu şehirden, artık bu mümkün değildi. Bu zorunluluğa katlanamıyordu. Bir şeylere zorunda olmaya dayanamıyordu. Direnmeye karar verdi.

Eskiye dönecekti. Evli olsa da, çocuğu olsa da, dünya yansa da, herkes ona kızsa da.

Eski arkadaşlarını arayıp buldu. Zaman daralıyordu. Karısı doğurmadan önce, yeni hayat sistemine ailecek geçmeleri lazımdı. Önce Ayhan’ı buldu. Ankara’da yaşıyordu. Yıllar sonra görüştüler. Bir iş görüşmesi bahanesi ile gitti arkadaşının yanına.

“Bir barda çalıyorum oğlum. Eskiden güzeldi evet. Ama eskide kaldı. Tekrar bu grubu kuramayız. Yaşlarımız geçti.”

İsyan etti bizimkisi, diğerlerini ikna ederse, tekrar o gruba katılacağına dair söz aldı. Oradan Trabzon’a geçti. Cevdet çoktan iki çocuk sahibi olmuştu. Balığa çıkıyordu. Körelmişti. Altı yıldır Dostoyevski okumuyor, gitar çalmıyor, beste yapmıyordu. Cevdet ikna olmayacak gibiydi. Tek iyi yanı bu ziyaretin Cevdet’inde aynı sıkıntıları çektiğini ve aynı savaşı verdiğini görmek oldu. Nasihatler verdi Cevdet. Alışırsın, dedi. Geçmiş geride kaldı. Hayata direnme. Kader bizi böyle yaptı. Biz bu hayatı yaşayacağız. Kabul edince yük azalıyor, dedi. Bizimki pes etmeyi düşündü. Cevdet gibi kendisinden vazgeçmeyi, insanların tanımlarına kendini adamayı düşündü. Grubun son üyesi kaldı geriye. Tekirdağ’a gitti Cemil’e. Cemil şarap yapıp satıyordu. Bol bol şarap içtiler. Artık sesinin de, reflekslerinin de bozulduğunu söyledi. Kulakları da doğru düzgün duymuyordu. Bizimkini dinler gibi yaptı ama bir şey anlamadı. Koy götüne be, dedi. Hayat bu kadar ciddiye alınmaz. Tütünün varsa, şarabın varsa, hiçbir gece hayır demeyen avradın varsa, belanı mı istersin Allah’tan?

Hüzünle döndü eve. Biraz daha yakındı artık baba olmaya. Kaçamazdı anlaşılan. Herkes çocukluk umudunu elleriyle öldürmüştü. Biraz zaman geçirdi karısıyla. Alışmaya çalıştı. Ruhunu teslim etmek istedi onu bekleyen sıkıcı hayata, ama olmuyordu. Küskün bir çocuk ruhu taşırken, nasıl başka bir çocuğa babalık yapacaktı?

 

Taş duvarları olan bir bahçe vardı? Durur mu acaba diye düşündü sabaha karşı. Sağlık ocağı doktoru arkadaşıydı. Bir rapor karalattı. İşe diye uçtu karısının yanında. Doğduğu mahallenin her yerini gezdi. Doğduğu evin yerinde başka bir ev vardı artık. Taş duvarlar yıkılmıştı. Daha ilk okulda aşık olduğu Feyza’nın evi öyle duruyordu fakat artık o evde başka insanlar, başka hikayeler yaşanıyordu. Çocukluğunun izini sürüp durdu akşama kadar. Ne kuşlar uçuruyorlardı çatılarda ne top oynuyordu sokaklarda çocuklar. Daha önce yaşayıp yaşamadığını anımsayamadığı anıların kokularını duydu ama hiçbirini somut göremedi. Okuduğu okulun duvarlarına elini sürterek yürüdü. İlk öğretmen şamarını hatırladı. Babasının sobaya doldurduğu odunları, annesinin üzüm gibi kara saçlarını. Orada kalmıştı. O sobanın yanına uzanıp, hiçbir şey düşünmeden uyuyan o çocuk olduğu zamanlarda kalmıştı. Ağlamaya başladı. Değişmek istemiyorum. Değişmek istemiyorum. Büyümek istemiyorum. Farklı bir insan olmak istemiyorum. Ölmek istemiyorum. Korkuyorum zamandan. Korkuyorum her şeyin böyle çabuk değişmesinden… Direnemiyorum… 

 

En eski tarihini annesi bilirdi onun. Fakat konuşacak hiçbir ortamı bulamıyordu onunla. Yine de denedi. Son bir kez denedi. Ben çocukken… diye başladı sorulara. Annesi anlattı. Fakat oğlunun hüznüne anlam veremedi. En son döküldü okulun duvarında ağlarken söylediği cümleleri tekrar etti.

“Biz de çocuk olduk oğlum. Biz de aynı hayatları yaşadık. Bak işte şimdi bir ayağımız çukurda. Baban gibi ben de bir gün öleceğim işte. Bu hayatın döngüsü bu direnemezsin. Sen de yaşlanacaksın, sen de öleceksin, sonra senin çocuğun da böyle olacak, bunları yaşayacak, hayat hep böyle sürüp gidecek.”

“Ama neden?”

“Nedeni yok oğlum nedeni yok.”

“Ben yaşamaktan ve ölmekten korkmuyorum ki anne. Ben yaşadığım ne varsa inkâr ediyorum. Bana söylemediler. Hemen geçti. Bir şey anlamadım. Dün kadar yakın her şey fakat hiç yaşamamışım gibi uzak. Evde bir kadın var benim karımmış, bir çocuk var karnında benim çocuğummuş, sen benim annemmişsin hepsi uzak.

 

Namaz kıl, öğüdünü aldı annesinden. İstemediğini iletti Tanrısına bu hayatı. Bir şeylere teslim oldu. Yaşamaya başladı. Taşlar zamanla yerine oturdu. Birkaç yıl daha direndi hayata. Elifle arkadaşta oldu. Konuşmaya da başladılar. Bütün sırları topladı ondan. Bütün sırlarını döktü. İlgilenmediği karısının onu aldatma girişiminde bulunduğunu da anlattı. Elif ayrıl, dedi. Güzel bir bahaneydi.

 

Zorda olsa karısına çocuğu bıraktı. Sonra uzun süren bir süreçten sonra, sadece internetten başkasıyla görüşme girişiminde bulunan karısından ayrılmayı başardı. Bir boşluk buldu hayatında. Özlemini dindirdi yalnızlığın. Evinin boş odalarında, biraz çocuğunu özler gibi oldu. Fakat tekrar sıradan bir insan gibi yaşamanın mümkün olmadığını hissetti. Yalnızlık daha güzeldi. Bazen Elif ile aldattı yalnızlığı. Sonra ikisinden de sıkıldı. Artık işe gitmek yük oluyordu. Ayrılmak istedi fakat patronu bırakmadı. En son kabul ettirdi fakat tazminat alma şansı kalmadı. Daha sona Elif’ten öğrendikleriyle tehdit etti patronunu. Elif’in de iş hayatını bitirdi ama tazminatını alıp ayrıldı işten. Çünkü patron karısından ayrılmak istemeyecek kadar seviyordu onu. Tüm engeller kalkmıştı artık. Hiç kimse kalmamıştı hayatında. Biraz çocuk özlemi, biraz da can sıkıntısı. Onun dışında çalkalanıp duruyordu kalan parasıyla. Korkuya kapıldı. Para suyunu çekiyordu. Bir şeyler yapmalıydı.

Annesi onay vermese bile, babadan kalan daireyi de paraya çevirdi. Daha sonra ıssız bir köşe aradı bu şehirden gidebileceği. Buldu karadenizin ücralarında bir yer. Tek istediği yazmaktı artık. Müzik için geç kalmıştı, hayatı kaçırmıştı. Oyalanacağı bir şey arayacaktı. İçecek ve yazacaktı. Orada ölmeyi bekleyecekti. Hayata aşina olamıyordu. Annesini de terk etmişti aslında. Bütün bağları koparmıştı. Onun çocuğu onu tanımadan büyüyecekti. Annesi her gün onu özleyecekti. Eski karısı her gün beddualar edecekti. Söyledikleri şarkılar yer yüzünde kimse tarafından bilinmeden yok olup gidecekti. Hiçbir şey istediği gibi olmamıştı, olmayacaktı. Düşünmeye zamanı oldu. Yeniden dönmeyi bile düşündü. Yapamayacağını anladı. Son umutları da öldürdü. O öyle olamazdı. Burada ölecekti. Kimseye dönmeyecekti. Bu kendisine bile izah edemediği bir hastalıktı. Tedavisi olmayan bir hastalık. En sinsisi hastalıkların. Evham mı hastalık mı belirsiz. En sinsisi hastalıkların. Çünkü yaşadıklarının bir hastalık olup olmadığı da belli değildi. Issızlığı oradaydı. Issızlığı ile kendi ruhunu aramak için, insanlardan uzakta çok iyi imkanlara sahipti. İşte özlediği hayatın, işte insanlardan uzaklığın tam ortasındaydı. Bir yağmur başlar mıydı? Başlardı. Ne fark ederdi artık hava durumu?

 

Ahşap kulübesinden çıktı. Islanmış tahtaların kokusu, üzerine damlayan yağmurun rahatsızlığıyla uykuya dalamadı. Yağmur yorganına kadar ıslatmıştı onu. Hay Allah kahretsin, dedi. Aradığım yoksa bu da mı değildi? Yağmurun kurşunlar gibi yağdığı yeşil göletin kenarına geldi. İnsanlığın en eski huzur kokusunu, yani yağmurun kokusunu içine çekti. Yine ait hissetmedi kendini. Doğanın kucağında, tüm insanlıktan uzakta, erişilmeyecek bir sessizlikte, yine ruhunun seslerine teslim oldu. Yüzme bilmemesine rağmen, serin gölün, derin sularına olduğu gibi atladı. Vücudu bir direnç göstermedi. Serinlik yanan yüreğini ferahlattı. Biraz sonra çırpınmaya başladı. Kendini kenara atamıyordu.