Herkes iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık, sevgi ve nefret gibi birbirinden zıt şeylerin tam ortasındaki o ince çizgide doğar ve tüm çocukluğu boyunca orada oyunlar oynar. El-Mustafa’nın da dediği gibi, Tanrı’yı görmek isteyenlerin bilmece çözmesine gerek yoktur, çocuklara bakmaları yeterlidir, Tanrı gözümüzün önünde çocuklarımızla oyun oynamakta ve onlara gülümsemektedir.* Ve çocuklarımız onun yanındayken ne iyiler ne de kötüler, ne aydınlık ne de karanlık, ne sevgi ne de nefret onlara zarar veremez. Ta ki Tanrı’nın gülümsediği o çocuklar ilk günahlarını işleyene dek…
İnsanlar belki de var oldukları günden bugüne onlarca dine inanmış ve yüzlerce Tanrı’yı bağrına basmıştır fakat inançları ne olursa olsun, yaratıcıları kaç tane olursa olsun hep dua etmiş ve günahlarının affını dilemişlerdir. Ancak, hiç kimse bu günahların neden işlendiğini sormamış ve soruşturmamış, bir daha yapmayacağına dair birkaç kelimelik tövbelerden başka hiçbir garantiyi yaratıcılarına sunmamıştır. İşin özü zıtlıkların arasındaki o ince çizgide olmasına rağmen hemen hemen herkes tarafı olmadığı tarafa suç atıp durmuştur.
İyilere göre dünyanın başına gelen her şey kötüler yüzündendir, kötüler ise hiçbir şey yapmadıklarını düşünüp iyilerin evhamlı tavırlarının yaratıcıları kızdırdığını düşünmektedir. Aydınlık ve karanlık hiçbir zaman birleşmek istemezken sevgi ve nefret ise birbiriyle karışmak için can atmaktadır.
Zıtlıkların arasındaki ince çizgide oyun oynayan çocuklara bir bakın. Tanrı ne kadar gülümserse gülümsesin çocuklar her zaman sağ ve sollarındaki insanlar gibi olmak ister. İnsanın özü budur; herkes, herkes olmak ister…
Tanrı, her ne kadar yaratıcı da olsa, yarattığı şeyin kendinden bir eser olduğunun bilincinde ve ayırdındadır. Bu sebeple olacak ki tarafların, tarafsız çocukları kendilerini tercih etmelerine hiç karışmamaktadır. Fakat! Unutulmamalıdır ki Tanrı, asla suçlanamaz çünkü suç her ne kadar onun eseriyse masumiyet de bir o kadar onun eseridir.
Aceleyle yazdığım bu defteri her kim okursa okusun, merhaba sana ey dost! Şu anda içinde bulunduğum dehşet dolu kargaşada, gözlerim pek kanlı ve ruhum pek yorgunken bunları belki bir gün okursun diye sana yazıyorum. Umarım değerini bilir ve korursun. Fakat, her şeyden önce tanışmak lazım gelir…
Ben Sahaf, tanımak için can atmayacağın, bana göre gayet sıradan biriyim ve şu an sana Sine Adası’ndan yazıyorum. Birçok kişinin aynı anda okumayacağını tahmin ettiğim için “sen” kelimesini kullanmak daha çok hoşuma gidecek olsa da bazen farklı hitaplarda da bulunabilirim, lütfen aldırış etme veya alınıp gücenme.
Benim kendimi tanıtacağım pek bir şey yok, zamanla beni tanıyacak ve anlayacaksın. Bu sebeple sana beni daha iyi anlaman için Sine Adası’ndan bahsetmek istiyorum.
Sine Adası, karadan pek uzakta sayılmasa da adanın çoğu çeperinin dağ sırtı gibi olması sebebiyle oldukça izole bir yapıya sahip. Bu sebeple doğal bir kale gibi görünüyor fakat bu doğal kalenin içinde yemyeşil ağaçlar, yüzlerce türde böcekler ve pek hazzetmediğimiz bir tür olan insanlar bulunuyor. Bu kale hepimizin kalesi ve korunması için hepimiz oldukça çaba gösteriyoruz.
Sine’nin en güzel yanlarından biri herkesin birbiriyle çok çabuk iletişime geçebiliyor olması ve bunun yanı sıra hiçbir yerde tadamayacağımız samimiyetin burada sıradan bir lezzet halinde herkes tarafından sunulması. Yine de asla bana inanma, yazdığım çoğu şeyin senin için bir hiç olduğunun bilincindeyim ve seni elde etmek için elimden geleni yapabilirim, seni kandırmak da bu plana dahil olabilir…
Hazırsan şimdi sana Sine Adası’nda yaşayan birçok kişinin bile haberinin olmadığı fakat yüzyıllar öncesinde adadaki gizemli taşlara kazınmış bir hikayeden bahsedeceğim, Kirli Kral Efsanesi’nden…
Denilir ki bir zamanlar uzak diyarlarda acımasız ve merhametsiz bir kral yaşarmış. Bu kral, zulmüyle halkının kaderini karartırken, ruhundaki dipsiz karanlık tüm krallığını bir gölge gibi kuşatırmış. Onun bu barbarlığı ne kılıcının keskinliğinden ne de güç arzusundan gelmiyormuş; bu, ruhunun köklerinden gelen derin ve şeytansı bir karanlıkmış.
Krallığın sokakları ve sarayın koridorları, onun sert emirleriyle inler, zindanlar masumların iniltileriyle dolarmış. Ancak tüm bunlardan daha büyük bir dert günün birinde kralı bulmuş. Kötü babalarının günahlarını omuzlayan masum çocuklar, kaderin acımasız ellerinde birer birer kırılmış. Her biri, babalarının işlediği günahların kefaretini çekermişçesine korkunç ve günler süren işkencelerle hayata veda etmiş. Kimisinin bilinmeyen bir hastalıktan cildi soyulmuş, kimisinin yemek borusu nefes borusuna dolanmış, kimisi ise derin bir çukura düşüp günlerce aç ve susuz kalıp hayatını yitirmiş. Söylenen odur ki kralın yirmi bir çocuğunun yalnızca biri “insan” gibi vefat etmiş, geri kalan yirmisi ise acılar içinde kalmış…
Zalim kralın ruhunda yankılanan acı, sarayın soğuk duvarlarında çığlıklarla titrerken, bir gün yaşlı ve garip bir kahin kralın huzuruna çıkmış. Kahin, asırlık bir bilgelik taşıyan gözleriyle krala bakmış ve sözleri bir rüzgar gibi sessiz ama içe işleyen bir tınıyla kralın kulağında yankılanmış:
“Majesteleri, ben bir emir kulunuz ve yanı sıra lanetlenmiş bir akla sahip gariban bir köylüyüm. Kimileri Kahin der kimileri Pan, kimileri korkudan yanaşamaz yanıma kimileri kokudan… Diyeceklerimi lütfen maruz görün ve anlayış gösterin çünkü eğer demezsem yıllarca içimdeki azap dinmeyecek. İşte görüyorsunuz, ruhunuzdaki yara sadece sizi değil, soyunuzu da zehirliyor. Zulmünüzün yankısı, masumların çığlıklarına karışarak ülkenize yayılıyor. Tövbe edin… Tövbe etmekle de kalmayın, bir kenarda dinlenin ve Tanrı’ya iyileşmeye dair samimiyetinizi gösterin. Ancak bu şekilde ruhunuz bu karanlık gölgelerden arınabilir. Aksi halde ruhunuzdan akan karanlık önce buhar olacak ve kuşları boğacak, sonra da yağmur olup tüm krallığınıza yağacak. Ve en yüksekte oturan siz majestelerinin yatak odasına kadar gelip uykunuzda sizi acılar içinde bıçaklayacak…”
Kral, bu bilge kahinin sözlerine kulak vermeyi ilk başta hiç düşünmemiş fakat gözlerindeki keskin bakış ve yüzündeki zamansız ifade, onu bir an duraksatmış. Kahin, Sine Adası’ndan bahsetmeye başlamış. “Sine Adası” demiş kahin, “Kalbin yükünü hafifletir ve ruhun karanlığını aydınlatır. Rüzgarları, denizi ve toprağı, zamanın eskitemediği bir şifa taşır. Ancak, sadece içsel bir yolculuğu başlatanlar bu büyüyü hissedebilir.”
Kral, günahlarından arınmanın umuduyla onlarca yavuz askeriyle Sine Adası’na doğru yola çıkmış ve sessizce krallığını terk etmiş. Adanın serin rüzgarları ve dalgaların melankolik melodileri arasında kendine taş duvarlarla çevrili sade bir kulübe yaptırmış. Günlerini denizin derinliklerine bakarak geçirirken geceleri ise hatalarının karanlığında kayboluyormuş. Fakat yine de krallığını bu izole adadan yönetmeye devam etmek zorundaymış.
Yıllar geçmiş ve adanın dinginliği, kralın ruhunda bir yankı uyandırmış. Ancak krallığın topraklarında farklı bir yankı duyulur olmuş. Vezirler, kendi güçlerini pekiştirmek için kralın adada olmasını fırsat bilmiş ve halkı yeniden baskı altına alarak daha kötü zulümlere devam eder olmuş. Halk, kralın nerede olduğundan bihaber olduğundan zulmün devam ettiğine inanarak her gece krala beddualar yağdırmaya başlamış. Hatta krala suikastler olacağı, zalim bir adalet meraklısının hançerini krallığa savuracağının dedikoduları çıkar olmuş.
Kral, adanın sessizliğinde halkının acısını işitmeye başladığında, bu beddualar rüzgarın kanatlarında adaya taşınmış. Rüzgarlar, fısıltılarla dolup taşarken her esinti, kralın kulaklarında bir lanet yankısı gibi duyuluyormuş. Kralın bedeni, bu lanetlerin ağırlığı altında çökmeye başlamış ve hastalıklar, onu bir gölge gibi sarmış. Artık yürüyemez, nefes alamaz hale gelmiş. Yanında kalan son birkaç sadık hizmetkâr bile onu terk etmiş.
Kral, Sine Adası’nın şifa getireceği umuduyla beklese de zamanla bir şeyleri fark etmiş. Ada, bedensel hastalıklarını iyileştirmiyormuş, onun ruhundaki en derin yaraya, barbarlığına dokunmaktan başka bir işe yaramıyormuş. Kral, içindeki nefretin ve öfkenin yükünü hafifletmeyi başarmış olsa da bedeni bu değişimin ağırlığına dayanamaz olmuş.
Ölüm anı yaklaşırken, kral son bir kez toprağa yüzüstü uzanmış. Yüzünü adanın serin ve nemli toprağına bastırıp hafif bir fısıltıyla şunları söylemiş: “Ruhumu karartan barbarlığım her şeyimi eritip bir nefes halinde dünyaya getirdi fakat şimdi bu yüce topraklar, onu benden aldı. Her şeyimi, her şeyimle, her şeye verdi.…”
Kralın ruhu, adanın toprağına karışmıştı fakat ölümle birlikte, kralın son fısıltısı da ada toprağına işlenmiş bir lanet gibi kaldı. Sine Adası, o günden sonra karanlık bir gölgenin esiri gibi olmuş, kralın bıraktığı miras, adanın rüzgarlarına bir fısıltı olarak karışmış oldu. Zamanla, adaya huzur arayışıyla gelen naif ruhlar bile bu gölgelerden etkilenir hale geldiler. Ada, başta huzurun sığınağı gibi görünse de insanın içindeki derin karanlık zamanla bu ruhları da ele geçirerek masumiyet namına ne bulursa yavaş yavaş kirletir oldu…
İşte böyle! Sine Adası, zalim bir kralı şifalandırmamış, yalnızca onun karanlığını sessiz topraklarına emip susmuş. Ancak rüzgarları ne zaman esse topraktan o karanlık biraz kalkar ve hala kralın son fısıltısı adanın etrafında dolaşırmış. Rüzgarın eksik olmadığı Sine’de, her yeni ruh bu fısıltıdan nasibini almadan adadan ayrılamazmış…
Dostum, umarım iyi dinlemişsindir çünkü sana anlatmak istediğim her şey bu efsanenin bir sonucu. Şimdi gel de seninle ciddi ciddi tanışalım…
Ben Sahaf Batum, köyün birinde doğdum, köyün birinde büyüdüm ve köyün birinde yaşadım fakat hayatımın kendisi köy olsa da hep şehir gibi ışıklı, şehir gibi karmaşık ve şehir gibi yorgun oldum.
Bir gün yaşadığım köylerden birinde bir şey gördüm. Öyle korkunç bir şey gördüm ki bir daha hiçbir şeye bakmak istemedim. O renkli ağaçlar, çeşit çeşit böcekler ve birbirinden farklı tüm o iyi insanlardan bir anda sonsuz büyüklükte nefret eder oldum.
Hani bir suç işlediğinde mahkeme sana ceza verir ya, işte benim cezam da burası oldu, Sine Adası…
Gördüğüm şeylerden sonra ruhumun dinlenmeye değil çarpışmaya ihtiyacı olduğunu duydum. Affedemedim gözlerimi, gözlerden ırak oldum. Gözlerimin utancından kulaklarım kızarıp yanar oldu, rüzgar aradım, burayı buldum. Belki bir gün daha samimi hissedecek olursam anlatırım sana gördüklerimi fakat o güne dek hem senin için hem de benim için bana kalmalı her şey. Lütfen beni anla ve gücenme, tanımadığım birine böylesine bir yük yüklemek affedilen şeytanı yoldan çıkarmak kadar kötü olur. Onun yerine sana biraz daha adadan bahsedeyim. Ne demiştim? Anakaraya pek uzak sayılmaz Sine Adası fakat adaya girdiğinde bir daha göremezsin anakarayı. Etrafı kendinden tepelerle kaplıdır, yüreğinde bir göl, yüreğiyle çeperleri arasında tuhaf bir orman vardır. Ormanda her şey yeşil, tepelerde her şey gri, gölde ise her şey mavidir. Tepelerin arasından dışarıya doğru açılan tek bir vadi girişi vardır. Herkes oradan girer adaya ve oradan çıkar. Doğal bir kale gibidir demiştim ya, kaleden daha dayanıklıdır aslında. Kalp gibidir burası, ezkaza bir afet olup çok yağsa tepelerin arasındaki ormanlar dolup taşar kocaman bir göl olur tüm ada. Bir deprem olup tepeler ve dağlar yıkılsa deniz kıyısını doldurur kocaman bir mera olur tüm ada. Kalp gibidir diyorum ya, şaka değil, kalp gibidir cidden. Ne olursa olsun bir şekilde yaşamaya devam eder, ta ki canı sıkılıp kendi kendine durana dek…
Her gün anakaradan kırka yakın kişiyle misafir tekneleri gelir adaya. Gelmeyin diyemeyiz çünkü ada aslında bize ait bile değildir. Gelin de diyemeyiz çünkü geldikleri gibi kirletmeye başlayan bu insanlar kaldıkları zaman ne olur hayal bile etmek istemeyiz. İşte bu yüzden susuyoruz, çünkü bilirsin, soruyu soran sen değilsen, susmak, cevapların en güzelidir. Hiçbir sorumluluk üstlenmez susarken insan. Evet demenin ağırlığını çekmez, hayır demenin alçaklığını görmez. Yunus Emre’nin dediği gibidir susmak. Edebin el vermemelidir edepsizlik edene ve susmak en güzel cevaptır edebi elden gidene. İşte böyle, susmak, hem bir kaçamak ve sorumluluktan uzaklaşmaktır hem de edepsizliklere karşı en güzel silah, en hızlı mermidir.
Canını sıktığımı iyi biliyorum fakat inan bana tüm bunları söylemezsem anlattıklarımın hiçbir iyi tarafı kalmaz gözünde. Öylece okumuş olursun yazdıklarımı, öylece susmuş olursun ve öylece bakmış olursun. Sıkıldıysan şimdilik burada bitirelim, belki başka bir zaman tekrar başlarız bu konuşmalara…
Devam Edecek…