“Gelmeni bekledim.”

“Gelemedim.”

“Neden?”

Beni istememesinden korktuğum kadar, beni istemesinden de korkuyormuşum. O sorunca anladım.

“Hayal ettiğim gibi değilsindir.” Diye

“Öyle miymişim?”

“Daha güzelmiş.”

Bu söylediğim bir yalandan ibaret. Ne daha iyi hayallerden ne daha kötü. Hayal ve gerçek arasında uçurumlar var. İkisi de başka biri. Ama ben en çok hangisini sevdim? Şimdi yanımda duran, gözlerinin kenarı hafiften kırışmış, birkaç aşkı başarısızlıkla sonuçlandırmış, uzaklardan geri dönmüş bu kızı mı? Yoksa bir kelime bile konuşamadan, uzaktan izlediğim o liseli kız çocuğunu mu? Ben onu severken hangi bendim? Şimdi onun yanında hangi benliğimle duruyordum?

 

“Tüm güzel sözleri mi hayallerde tükettim. Artık dümdüz bir adamım. Tatlı sözler söyleyecek yüreğim yok. Yoruldum seni beklerken. Bir garibim sadece.”

“Önemi yok. Bunca yıl peşimde olduğuna göre beni seviyorsundur. Zamanla alışırsın beraberliğe.”

Eskiden sevgime inanmamak için bahaneler arardı şimdi inanmak için bahaneler arıyor. Sevilmeye ihtiyacı olduğu zaman geldi, artık onu sevip sevmediğimden emin olmadığım bir zaman…

Başka kadınlara yaptıklarımı ona da yapacak mıyım? Onu aklıma aldım. Dışarda kalan tüm kadınları onun gibi olamamakla suçlayarak istediğim gibi davrandım.  Onu bekliyorum sanırken, ne kadar sevgiyi ıskaladım? Ne kadar iyi kızı kaybettim? Şimdi ona da hayalimdeki gibi olamadığı için istediğim gibi davranacak mıydım?

Sahte bir sarılma geldi içimden. Ona sarılınca yüreğimdeki sıkışıklığın geçip gideceğini sanıyordum çocukken. Geçmedi. İnsan ne aptal yaratık? Yasak elmayı yemişim, yer yüzünde Havva’yı aramışım. Cennetten kovulmuşum. Gurbet olmuş yeryüzü bana.

Bir kafeye gittik. Sonra sahilde dolaştık. Tüm gün onunla, onsuz dolaştım. Aklımın içinde onunla kavuşacağım günü ne yüceltmiştim? Vatana dönüş gibi, gurbetin bitişi gibi, sılaya kavuşmak gibi. Geçmedi. Yabancılığım onunla da dinmedi. Ben ait olacağım bir beden aramışım, ait olacağım bir ev, ait olacağım bir şehir. Çocukluğun bahçelerinde gamsız dolaştığım o ruh hali. Yarınsız, kasvetsiz, cehennemsiz bir gün aradım sadece.  Bulamadım.

 

Dolaştım durdum bomboş sokaklarda. Yeni yapılan mezarlığın duvarından atladım. Mezar taşlarını okudum. Benimle aynı yaşta olan ölülerle konuştum. Küçük mezarlara hüzünlendim. Nerelerde başlamıştı bunca insanın hikayesi. İşte nerede bitmişti? Saçlarını ne tarafa tararlardı, en sevdikleri meyve neydi, ne anılar yaşamışlardı? Hepsiyle konuştum. Bir ölüyle dertleşmek, bir diriyle dertleşmekten daha iyiymiş. Mihriban’ı anlattım onlara, yıllar sonra çıkıp gelen Mihriban’ı. Sorular sordum. Nereye almışlardı onları? Nasıl bir yerdi cennet, nasıl bir yerdi cehennem? Korktuğumuz gibi miydi ölümün ıssızlığı yoksa hiç bilinmeyen bir diyarda, kurtuldukları o cesetten azade başka bir hayatı mı yaşamaktaydılar? Ben de, yoksa ben de ruhumla o gerçek hayatı mı özlüyordum? Orada insanın bir bedeni mi oluyordu? Bir kere değişmeyen bir ruh hali, değişmeyen bir beden, değişmeyen bir zamanın içinde, ölümsüz, kaygısız yaşanıyor muydu? Cevap vermediler.

 

Akşam olunca boşluktaydım. Uzandım yatağa, tavana baktım. Lisede eve dönün yaptığım gibi. Uzandım Mihriban’ı düşünmek istedim. Umurumda değildi. Annem yanımda namaza durdu, bitirdi.

“Benim altı yaşımı hatırlıyor musun anne?” diye sordum.

“Niye hatırlamayayım oğlum, çok tatlıydın.”

Duvardaki çerçeveli çocukluk fotoğrafımın altında, kimliğimi kaybettiğim için çekildiğim, çerçevenin kenarına sıkıştırdığım yeni bir fotoğraf duruyor.

“Hangisi benim? O masum yüzlü, günahsız çocuk mu? Yoksa saçı sakalına karışmış, durgunluğu gözlerine oturmuş bu adam mı?”

Annem boş boş bana bakıyor. Bu yersiz sorularıma bir anlam veremiyor. Annemin annesi ölmüş, yaşayan tüm akrabalarından uzakta kalmış. Nasıl yalnız ve yabancı hissetmiyor bilmiyorum. Hepimiz yalnızız. Birinden doğmak, biriyle kardeş olmak ne fark eder? Her ruhun kendi dili var bir diğerine geçmeyen karanlık duygularımız var. O küçük fotoğraftaki sakallı adam ben miyim? Yine kabul görmüyor yüreğimde varlığım. Dönmek istediğim o çocukluk gerçekten yaşandı mı? Ne oldu o eşyalar, o evler, o okullar, o zamanlar… Yitip gitti diğer zamanlar gibi bir bilinmezin içinde.

 

İnsanlar ne kadar yalnız. En yakınındaki, karnından çıktığı insan bile onu anlamıyor. Kimse kimseyi tam olarak anlamıyor. Konuşmak istiyorum. Üzülmesin diye susuyorum. Beni deli sanmasın diye. Yüreğimdekilerin insanlar tarafından delice karşılanacağını bilmenin garipliği ile salona geçiyorum.

Niye bu anlaşılmaya tapıyorum diye düşündüm. İşte yıllardır hayalini kurduğum Mihriban ile akşama kadar dolaştım. İnce ellerini tuttum, yanaklarını kokladım. Dünyada açlık bitmedi. Dünyada güzel bir şeyler olmadı. Dışardan görenler, yıllar sonra kavuşan aşıklar olduğumuzu anlamadı bile. Güneş aynı şekilde battı. Denizler çağıldadı durdu. Ezanlar okundu. Her şey olağan akışında devam etti. Nankör insan işte. Yıllarca yalvarıp yakardım. Geç mi veriyor Allah? Yoksa gerçekten ne istediğini bilmeni görmeni mi istiyor? O günler de verseydi bana Mihriban’ı, o günlerde Mihriban’ı isteyen benliğim mutlu olmaz mıydı? Belki bizim tüm benliklerimizi bilen bir tek O var, diye düşünüyorum. Belki yanlış, bilmiyorum. Kurduğum her düşünce bir mantık hatası barındırıyor. Düşüncelerimi başka insanlara bulaştırınca da yuvalar yıkıyorum.

 

Geçen gün bir arkadaşım geldi. Garip bir kibirle,

“Ben ateist oldum.” Dedi.

“Şimdi ne yapacaksın?” diye sorabildim.

Geçen gün ezan okundu sokağa çıktım. Çocukken Allah’ı düşündüğüm zamanları hatırladım. Neydi tüm onlar? Yaz kuran kursu, öğrenilmeyen elif cüzü. Caminin içinde bir oyana bir buyana koşuşturmak. İçimden Allah’la konuşurdum acı çekerken. O gün fark ettim. Onu da bırakmışım. Bir korku sardı içimi. Ben içsesimi kaybetmiştim. İçimden konuşamayacak kadar sıkılmıştım kendimden.

“Neyi ne yapacağım? Tüm bunlar masallardan ibaret.”

“Niye yaşanmış o kadar sıkıntı o zaman?”

“Kim biliyor yaşandığını?”

“Ne bileyim, tüm dünyayı sermişler önüne, istememiş.”

“Hepsi hikaye…”

“Şimdi ne yapacaksın Onsuz?”

Güldü. Başka bir şey demedi.

 

Ben Allah’tan Mihriban’ı kaç yıl istemiştim acaba? Güzel olan Mihriban’ı istemek mi? Yoksa öyle yüce tahayyül ettiğin bir varlıkla dertleşmek miydi? Ben de dertleşeceğim o varlığı kaybetmiştim. Ben de aslında arkadaşımdan farksızmışım. Sadece onun gibi bir isim aramamışım buna. Al başına çal dünyayı, demişler sanki. İstediğim her şey olmuş. Paralar kazanmışım. Mihriban’ı unutmuşum. Üstelik sonra bana dönmüş. Annem sağlıklı, babam başımızda, ben bu yaşımda, her şey az çok yolunda. Her şeyin böyle yolunda gitmesi başka ne anlama gelirdi ki? Sıkıntılar, duyguları yaşatırmış. Yağmurun sıkıntısını, sıcağın sıkıntısını, hayatın sıkıntısını görmediğin bir hayatta hangi duyguları hissedebilir ki insan? İşte taptığımız konfor. Sıcacık evler, yumuşak yataklar, güzel yemekler. Ne eksik yine? Nedir bu insanda tamamlanmayan şey? Dünyayı bu kadar sevmeyin, demiştim, diye bir cümleyi içimde yankıladım. Kendi kendime dedim, Ondan duymuş gibi inandım. Bizim inanan insanımız kadar inanmayan insanımız da mantıksız.

 

“Sen şimdi Ona inanmıyorum diyorsun tamam ama nişanlınla nişanı niye atmıyorsun?”

“Ne alaka?”

“Sonuçta dindar bir kız arıyordun geçen sene, buldun da. Sonra sen o yoldan ayrıldın ama o aynı yolda. Şimdi onun inancına göre seninle nikahlanamaz bile. Ona söylemem dersen, yarın evlendiğiniz zaman, seni sabah namazında ayağa diker. Hadi seviyorsun diyelim. Nereye kadar sabredeceksin buna? Göre göre mutsuzluğa atıyorsun ikinizi de.”

Duraksadı,

“Bir şey olmaz.” Dedi. Hiç buradan bakmıyormuş olaya, afalladı. Kalkıp gitti sonra. Bir ayrılık haberi geldi. Kızdan anlayış bekleyerek gitmiş söylemiş. Kabul etmeyince kız, bu işte bitivermiş. Bu acıyla iyice düşman olur Allah’a ne diyeyim? Üzüldüm biraz. Kurulmayan o yuvayı başından yıktım.

 

Ben onun gibi olursam, onun kadar çok yaşayamam. İçimde kaybettiğim o sesi aramaya çıktım. Çocuklukta ölecek, büyüklükte. Mihriban da bitecek, ben de. Şikâyet edip sızlasam bile bu hayat böyle geçip gidecek usul usul.

Camiler huzurevleri gibi. Hayatın noktasına doğru giden ihtiyarlarla bir ikindiye durdum. Herkes gitti sonra. Ellerimi açtım: Mihriban’ı da al, işimi, paraları ve başka şeyleri de. Bana Senden ver biraz, bu, ihtiyacım olan yegane şey. Yüreği sen yarattın, derman ver yarattığın şeye. Ne duyduğun karıncanın ayak sesi, ne okyanusların derinlerindeki yalnız balıklar. Bana mucize değil, sen lazımsın. Canı cehenneme dünyanın, aşkın, çocukluğun. Ruhumda onulmaz bir yerde, kanayıp duran kılcal bir damar var anladım. Ben kontrol edeceğim bir acı istiyorum. Beni canlı tutacak öldürmeyecek. Arıyorum.

 

Bir mezarlık açıldı semtin imara açılamayan yerine. Ölülere bakmaya gittim. Yeni yeni mezarlar. Bu ay içinde ölmüş onlarcası. Özlü sözler gibi okudum mezar taşlarını. Sahibini bekleyen onlarca mezar açılmış bekliyor. İşte benim yurdum burası, diye geçti içimden. Yine de ölmeyecek gibi hissetti hain ruhum. Bir gün ölsem şu boş mezarlardan birine koysalar, üstümü örtseler, yine inanmaz mıyım öldüğüme? Her şeyi çok istemenin aymazlığı bu. Bir türlü inanılmayan o ölüm belki de.

İnsanlar ne isim verirse versin, yeryüzünde bütün topraklar aynı şekilde tesir ediyor insanın tenine. Taranan saçlar, ağrıyan bedenler, parlayan o gözler nereye gidiyor? Yine de ruhumda bir yurt bulmuş hissi olmadı. Sahipsiz, yalnız, kimsesizim. Beni getirdiğin yeri bilmiyorum Allah’ım. Götüreceğin yeri de bilmiyorum. Bir mezarın sahibi gibi diz çöktüm orada, bir çocuk mezarına bakarak ağladım. Çocuk için seviniyor, çocukken ölmediğim için üzülüyordum. Ağladım sokak köpekleri gibi koşup durduğum o amaçsız hayata. Bir gün çocukluk uykusuyla uyuyamadığım o yıllara. Bana ne olmuştu?

 

Çocukken ölseydim, bir fotoğrafım olur muydu duvarda? O zaman çocukluk anılarımla yaşardım annemin ruhunda. Beni herkes çocuk bilirdi. İlk okul arkadaşlarım çoktan unuturdu. Mahallede çocuklar bile unuturdu. Mihriban hiç tanımazdım.

Hep böyle oluyor işte. Nankör insan. Kalkıp onun yanına gidiyorum.

“Günlerdir aramıyorsun.”

“Arayamadım.”

“Neden?”

“Lisedeki beni hatırlıyor musun?”

Anlamsız bu soruya,

“Ne alaka?” diyebildi.

Ciddi olduğumu anlayınca,

“Evet.”

“Onu sevmiyordun.”

Sustu.

“Bu beni seviyor musun?” diye devam ettim.

“Sevmek için erken.” Diyebildi.

“Sevilmenin güzelliğine geldiysen yanılıyor olabilirsin.”

“Baştan başladığımızı sanıyorum.”

“Baştan başlamamız da sorun yok. Ama sen, seni sevdiğimi düşünerek baştan başlıyorsun.”

“Sevmiyor musun beni?” diye sordu kırılan sesiyle.

“Bilmiyorum.”

“Önemi yok.” Diyebildi.

“Belki zaman geçirdikçe eski anılar gelir aklına.” Diye devam etti.

“Gelmez. Gelsin isterdim.”

Çantasını aldı,

“Erkek değil misiniz? İki yüz görünce böyle olursunuz.” Gözleri doldu. Bir genellemenin içine attı beni, kısa sürede yok edip gitti. Onu sevdiği zamanları düşünüp iç çektim.

 

Eve döndüm. Annemin fasulye kıran parmaklarına bakarken,

“Ben küçükken ölümden döndüm mü hiç?”

“Seni hiç iyi görmüyorum.” Dedi.

Leğeni eline alıp mutfağa gitti.