“Hayalimdeki günleri bile böyle küçük hesaplarla geçirdim işte albayım. Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekâr odasının dağınıklığına boğuldu. Düşüncelerimin duvarlarına resimler asmak istediğim hâlde bir türlü olmadı. Belirli noktalarda biriken eşya, odanın çıplaklığını daha çok ortaya çıkardı.”

Tehlikeli Oyunlar / Oğuz ATAY

 

Parmak uçlarım aylardır yazamamanın verdiği ıstırapla, kelimelerin hasretiyle ve öksüz hayallerimin hüznüyle zonkluyor. O kadar uzun zamandır yazamıyorum ki kalemim bile nefretle, nefreti de geçtim tiksintiyle bakıyor bana. Bense her gün ama istisnasız her gün, bıkmadan, usanmadan, bir çocuk gibi heyecanla geçiyorum masanın başına. Ama bakmayın böyle heyecan duyduğuma; evet, bir heyecan duyuyorum duymasına da gün geçtikçe daha büyük bir umutsuzlukla, ayaklarımı yere daha fazla sürüyerek geçiyorum o masanın başına ve boş bir sayfa alıyorum önüme. Sonra uzun uzun bakıyorum o boş sayfaya. Hatta o kadar uzun bakıyorum ki sayfanın boşluğu önce tüm masayı, sonra da masanın kenarlarından sızıp tüm odayı kaplıyor. Kirli halının üzerine, dağınık yatağıma ve karmakarışık kitaplığıma yayılıyor bu beyazlık. Ağır ağır öyle bir yayılıyor ki odanın her zerresine, öyle çok yayılıyor ki en nihayetinde odaya sığamaz oluyor bu beyazlık. Sığamaz oluyor ve taşıyor odadan. İşte bu beyazlık odadan da taşınca gidecek bir yer, kaplayacak, yayılacak bir yer arıyor kendine ve içime dolmaya başlıyor en nihayetinde. İçimi kaplıyor.


Beyaz, bembeyaz bir boşlukla doluyor içim. Ucu bucağı belli olmayan, sonsuz, devasa ve kupkuru bir çölü andırıyor bu beyazlık. Öyle bir çöl oluyor ki bu çöl, öyle kurak oluyor ki sığ vahalarında bile hayat bulamıyor tek bir kelime. Yine de gece gündüz uğraşıyorum o vahşi kumların üzerinde bir şeyler yetiştirebilmek için. Gece gündüz, dilim damağım kuruyuncaya, dudaklarım çatlayıp kumları kanla sulayıncaya kadar çalışıyorum ve günlerce süren sancıların sonunda tek bir cümlecik filizleniyor kızgın kumların arasından. Öyle heybetli, güçlü, ayakları yere basan, bastığı yeri, yerle birlikte de göğü inleten bir cümle olmuyor belki bu cümle ama sevinçle dolduruyor içimi. Heyecana kapılıyorum o cılız cümleyi görünce ve hayran hayran bakıyorum ona. İşte ben böyle hayran hayran bakarken ona, her bir harfinin her bir kıvrımını seyrederken yanına bir cümle daha eklemeyi, ekleyemesem bile o cılız cümleye su verip güçlendirmeyi unutuyorum ve yapayalnız kalıveriyor o cümle. Bir süre direniyor da yalnızlığa. Öyle hemen salıvermiyor kendisini ama eninde sonunda tükeniyor gücü ve daha fazla dayanamayıp büküyor boynunu. Büküyor ve soluveriyor olduğu yerde. Bakakalıyorum arkasından. Gözlerim doluyor. Ellerim titriyor. Sonra o titreyen ellerimle siyah, yamuk yumuk bir çizgi çiziyorum o cümlenin üzerine ve onun yanına bırakıveriyorum kendimi. Kızgın kumlar yakıyor her yerimi. Birisi gelsin, beni yıkıldığım yerden kaldırsın diye bekliyorum. Kaldırsın ve bu kurak, bu sıcak, bu sonsuz çölden kurtarsın beni; kurtarsın ve çok ama çok uzaklara, hiçbir insanın giremediği, el değmemiş ormanlara, kimsenin yüzmeye cesaret edemediği dipsiz okyanuslara götürsün diye, ışıklar saçsın, yolumu aydınlatsın diye bekliyorum. Bekliyorum beklemesine de gelmiyor hiç kimse. Elimde bana küsmüş kalemim, yanı başımda solmuş, kurumuş bir cümle öylece oturuyorum.

 

Sonra birdenbire, hiç hesapta yokken telefon çalıyor. Rastgele bir araya gelmiş on bir rakam ne kadar korkutabilirse bir insanı, işte o kadar çok korkutuyor beni bu numara. Aslında rakamların kendisinden çok içlerine sinmiş olan bilinmezlik ve arkalarında saklanan yabancı korkutuyor beni. Önce açmasam diyorum, açmasam ve o rakamların dile gelmesine izin vermesem. Fakat nereden geliyorsa artık, ihtiyar, ihtiyar olduğu kadar da güçlü bir merak, bastonunu yere vura vura geliyor ve açıveriyorum telefonu.


Tanımadığım, bilmediğim ama çocukluğum kokan, yorgun, yorgunluğunu ezecek kadar da acılı bir ses ben daha ağzımı açamadan, sanki bir nefes alımı kadar bile dursa söyleyeceği her ne varsa unutacakmış gibi ardı ardına, hiç sesini yükseltmeden, hiç heyecanlanmadan, hiç duraksamadan ve hiç sesi titremeden sıralıyor cümleleri. İster istemez kıskanıyorum onu. Keşke diyorum, keşke ben de böyle dizebilsem cümleleri; hiç duraksamadan, hiç tereddüt etmeden sıralayabilsem. Parmaklarıma kramplar girene kadar, zihnim iflas edene, gözlerime yorgunluktan kızıllıklar çökene kadar yazabilsem. Ama karşımdaki ses bir türlü izin vermiyor buna, durmadan konuşuyor. Önce havadan sudan, dağdan tepeden açıyor lafı; uçsuz bucaksız denizlerden, yemyeşil ovalardan, virane köylerden, kimsesiz ağaçlardan geçiyor ve en sonunda da çocukluğumuza gelip orta yere bırakıveriyor lafı. Eski güzel günlerden, oynadığımız oyunlardan, kurduğumuz hayallerden, herkesten gizli içtiğimiz sigaralardan ve daha nice güzel anılardan bahsediyor. Sonra, artık her ne oluyorsa oluyor ve duruveriyor bir anda. Derin bir nefes alıp “Aydın,” diyor, “Aydın öldü!”. Susuyor sonra. O susunca da uzun boylu bir sessizlik gelip giriyor aramıza. Bir o sessizliğe bakıyorum, bir de elimdeki telefona. Kapatıversem yüzene diyorum ama kapatmıyorum, kapatamıyorum. Elimin uyuştuğunu, kara bir gölgenin parmak uçlarıma sızdığını hissediyorum. “Aydın kim?” demek geçiyor içimden. “Aydın kim, Aydın’ı bırak sen kimsin?” demek geçiyor ama “O” yine izin vermiyor konuşmama. “Gel.” diyor.


“Her ne kadar yıllardır arayıp sormamış da olsan, unutmuş olsan da onu, bizi; sana hiçbir anlam ifade etmese de sesim, çok önceleri gördüğün bir rüyanın silik kalıntıları da olsak senin için, gel yine de. Gel çünkü o seni hiç unutmadı. Kendisinin unutmadığı yetmezmiş gibi bir de bizim kafamıza kakıp durdu seni, bize de unutturmadı. Elinde senin kitapların gezdi durdu ortalıkta. Belki hiçbir şey anlamadı yazdıklarından, belki her bir kelimeye, her bir noktaya ya da virgüle hatta iki kelimenin arasında bıraktığın boşluğa bile yüklediğin binbir türlü gizi sezdi. Belki de öylesine, hiçbir anlam aramadan, hiç düşünmeden sadece okudu tüm o yazdıklarını. Öyle veya böyle, elinden bir an olsun düşürmedi kitaplarını, hiç unutmadı seni. Senin kurduğun hayallerin içinde yaşadı, gördüğün rüyaları gördü ve kendi hayatının tam orta yerine koydu onları. Hatta o kadar çok daldı ki senin hayallerinin içine, bir yerde, belki de hiç farkında olmadan, hissetmeden o da bir hayale, bir rüyaya dönüştü. ‘Sokaklarda koşturduğum, birlikte okula yürürken çelme taktığım, annesinin özene bezene ördüğü saçlarına sakız yapıştırdığım, aynı sırada yıllarca oturduğum arkadaşım; bize rağmen, bizim gibi beş para etmez insanların arasından çıktı da yazar oldu’ diye gurur duydu seninle. Bizse hep kızdık ona. ‘Ulan’ dedik, ‘Biz miyiz beş para etmeyecek olanlar? Asıl beş para etmeyecek olan bizi bir kere bile arayıp sormayan o kaltak!’ dedik. Şimdi, bir kerecik olsun yanılt bizi ve çık gel kendini kapattığın altın kubbeli saraydan. Hatırlamak için gel. Ona hayallerinin arasında yeniden hayat vermek için gel. Rüyalarında yaşatmak için gel.”


Sessizlik. Ahizeden gelen kısık soluk sesleri. Susuyor. Nefes nefese susuyor. O susarken aynı sessizlik bir kez daha gelip giriyor aramıza ve gözlerini bir şahin gibi dikiyor ellerime, bileklerime kadar yayılan o siyah gölgeye dikiyor. Bense hâlâ daha Aydın’ın kim olduğunu düşünüyorum. Ben düşündükçe uzuyor bu sessizlik. Hatta o kadar uzuyor ki bir süre sonra yüzünü bile göremez oluyorum bu sessizliğin. O konuşmamı bekliyor, bense Aydın’ın kim olduğunu düşünüyorum. Neden sonra daha fazla beklemeye tahammül edemediğinden olsa gerek “Eee” diyor gizlemeye çalışmadığı bir öfkeyle, “Gelecek misin?”. O kadar hazırlıksız yakalanıyorum ki bu soruya “Tamam,” deyiveriyorum bir anda, “geleceğim.”


Neden yaptığımı bilmeden bulabildiğim en erken saate bir otobüs bileti alıyorum hemen. Farkında bile olmadan, düşünmeden, sanki bir başkası tarafından kontrol edilen bir kuklaymışım gibi yapıyorum bunu. Ellerim kendiliğinden hareket ediyor ve dokunduğum her yerde kara kara lekeler bırakıyor parmaklarım. Odayı kaplayan o müthiş beyazlık bu kara lekelerle, her geçen saniye daha da kirleniyor. İçimden küçük bir kız çocuğu çıkıyor sonra; saçlarını lastik bir tokayla at kuyruğu yapmış, ela gözlerini kocaman açmış ve şaşkın şaşkın odadaki lekeli beyazlığı izleyen bir kız çocuğu. İşte bu kız çocuğu, nedendir bilinmez, hareketleleniveriyor birdenbire ve dört dönüyor odanın içinde. Döne döne yıllardır kullanılmayan ve kullanılmaya kullanılmaya kalın bir toz tabakasıyla kaplanmış bir çantayı bulup çıkarıyor yatağımın altından. Önce üzerindeki tozları silkeliyor ve ellerini beline koyup odaya hızlıca bir göz gezdiriyor. Sonra da olur olmadık bir ton ıvır zıvırla doldurup kapının önüne bırakıyor bu çantayı ve bana çeviriyor o kocaman gözlerini. İncecik bir çizgi hâlindeki dudakları yukarıya doğru kıvrılıyor hafiften ve kapıyı açıp fırlayıveriyor dışarıya. Bense yatağımın üzerine oturmuş öylece bakıyorum arkasından. Açık kalan kapıdan hafif bir soğukluk yayılıyor odanın içine. Dizlerimin üzerinde dışı renkli elişi kâğıtlarıyla kaplanmış eski bir ayakkabı kutusu, saf saf sağıma soluma bakınıyorum. Sonra açıyorum dizlerimin üzerindeki kutuyu ve bu sefer de çocukluğumun küflü kokusu yayılıyor odanın içine. Eski püskü günlüklerin, sararmış fotoğrafların ve ne olduklarına dair en ufak bir fikrimin olmadığı envaiçeşit eşyanın kokusu yayılıyor. Oda, oda olmaktan çıkıyor gitgide. Kara lekelerle kaplanmış bir beyazlık, öbek öbek kızgın kumlar, açık kapıdan içeri sızan sinsi bir soğuk ve yoğun bir küf kokusu. Oda, oda olmaktan çıkıyor ve gitgide daha çok benziyor zihnime.


Bir süre sonra kutunun içine daldırıyorum elimi. Şöyle bir karıştırıyorum kutuyu ve ilkokul zamanından kalma bir fotoğrafı hiç tereddütsüz çekip çıkarıyorum. Üzerlerinde mavi önlükler, okul merdiveninin önüne dizilmiş yirmi kadar çocuk ve saçlarına yavaştan aklar karışmaya başlamış, gözleri gururla parlayan bir adam, hepsi birden bakıyorlar bana. Bana bakan onca yüzün arasında ortalarda bir yerlerde; ela gözlü, saçlarını at kuyruğu yapmış, “Benim burada ne işim var?” der gibi bakan, önlüğü lekeli bir kıza takılıyor gözlerim. Ne kadar olabilirse, bir insan kendine ne kadar yabancı gözlerle bakabilirse işte o kadar yabancı gözlerle bakıyorum kendime ve hemen yanı başımda duran, eksik ön dişleriyle sırıtan bir başka kız çocuğuna kayıyor bakışlarım. Hemen tanıyorum az önce konuştuğum, anlamsız rakamların ardındaki sesin sahibini. Gülüşüyle, ağlayışıyla, kara tahtanın önünde tek ayak üzerinde bekleyişiyle, ipin üzerinden kanguru gibi sıçrayışla, manavın oğluyla gizlice öpüşmelerini anlatırken yüzünün kızarışıyla ve her hâliyle gözümün önünde canlanıveriyor Neşe. Sonra fotoğraftaki diğer yüzlere de bakıyorum büyük bir dikkatle. Hepsini ama hepsini hatırlıyorum bir şekilde. Belki adlarını hatırlayamıyorum bazılarının ama biliyorum işte kim olduklarını. Mesela en solda duran ve fotoğrafta bile terli olduğu belli olan o çocuğu tanıyorum. Top peşinde nasıl koştuğu, hemen her gün hocalardan nasıl tokat yediği canlanıyor gözlerimin önünde ama adı gelmiyor bir türlü aklıma. İşte böyle böyle hatırlıyorum tüm ilkokul arkadaşlarımı ama göremiyorum Aydın’ı hiçbir yerde. Tekrar tekrar bakıyorum fotoğrafa; her yüze tek tek, tüm hatlarını ezberleyinceye kadar bakıyorum ama yok işte. Göremeyince de hatırlayamıyorum tabii onu; nasıl bir yüzü olduğunu, sesini, bakışlarını, gülüşünü hiçbir şeyini hatırlayamıyorum. Hatırlayamayınca da onun kim olduğunu, büyük bir ağırlık çöküyor üzerime. Ellerim her geçen saniye daha fazla karıncalanıyor, ağrılar giriyor başıma.


Parmak uçlarımdan yayılmaya başlayan o kara gölge dirseklerime kadar uzanıyor şimdi ama yine de hatırlayamıyorum onu. Sonra üzerindeki kara lekelerle beraber bir kenara bırakıyorum elimdeki fotoğrafı ve eski günlüklerime bakıyorum gelişigüzel. Günlüklerde adını hatırlayamadığım bazı arkadaşlarımın adlarına bile rastlıyorum ama onca sayfa arasında yine denk gelemiyorum Aydın’a. O top koşturan çocuğun adının Halil olduğunu görüyorum da Aydın’ın “A”sını bile göremiyorum. Neden sonra dizlerimin üzerindeki kutuyu fırlatıveriyorum yere ve kara bir gölün içinde kayboluyor kutu. Aydın’ı hatırlayamamak deli ediyor beni. Sinirli sinirli üzerimi değiştiriyorum ve kapının önündeki çantayı alıp küçük kızın giderken açık bıraktığı kapıdan çıkıyorum ve gidiyorum. Koşar adım çıkıyorum gözleri kör edercesine parlayan sarı apartmanımızdan ve mahallenin girişindeki taksi durağına yürüyorum doğruca. Beni görünce elindeki yarım çayı bir dikişte bitiriyor Orhan abi ve otobüsüme yetiştiriyor beni.


 

Kuru, kupkuru bir bozkırda yol alıyor otobüs. Karlı ve soğuk yollarda, dipsiz bir gecenin karanlığını yara yara gidiyor. Otobüs gidiyor ve ben cama başımı yaslamış, Aydın’ı, Aydın’ın kim olduğunu düşünüyorum.


 

Saatler sonra, gün yeni yeni ayarken bir otele giriyorum. Belki babamın hayalinden, belki de annemin devamlı ağlamaklı bakan gözlerinden korktuğumdan gidemiyorum çocukluğumun geçtiği eve ve giriyorum ilk gördüğüm otele. Uyumaya çalışıyorum biraz, uyuyamıyorum. Çantamdan bir defter çıkartıp yazayım diyorum, yazamıyorum. Kalemi geri geri itiyor kâğıt. Parmak uçlarım her geçen dakika biraz daha fazla karıncalanıyor. Hatta o kadar fazla karıncalanıyor ki parmak uçlarım, tüm hücrelerimin nasıl titreştiklerini bile hissedebiliyorum. Bir o yana bir bu yana dönüyorum yüzlerce farklı kişinin uyuyup uyandığı ve en az bir o kadar kişinin de seviştiği yatağın içinde. Sonra sıcak bir duş alıyorum ve çantamı da alıp sokağa atıyorum kendimi. Yıllardır görmediğim ve artık bana tamamen yabancı sokaklarda yürüyorum uzun uzun, bir yerlerden tanıdık gelen fakat bir türlü çıkaramadığım yabancı sokaklarda. Öylece yürüyorum.


O kadar uzun süre yürüyorum ki ayaklarıma kara sular iniyor ve attığım her adımda yamuk yumuk, siyah lekeler bırakıyorum ardımda. İşte böyle geçtiğim her sokakta bir iz bıraka bıraka yürüyorum ve sonunda bir kafeye oturup Neşe’yi arıyorum. Açar açmaz da “Geldim.” diyorum ve oturduğum kafenin adını söyleyip kapatıyorum telefonu. O gelene kadar bir fincan kahve içip boş boş etrafı seyrediyorum ve bir yandan da Aydın’ı, hiç mi hiç hatırlamadığım, hatta tanıdığımdan bile emin olamadığım Aydın’ı düşünüyorum. Nasıl biri olduğunu, ne iş yaptığını, evli olup olmadığını, neden öldüğünü ve onunla ilgili her şeyi merak ediyorum. En çok da nasıl bir yüzü olduğunu, sesini ve gözlerinin rengini merak ediyorum. Hatta yazmak istiyorum onu. Yazarak tanımak, yazarak keşfetmek istiyorum. Onu yazarak ölmek istiyorum. Kelime kelime tanımak onu, satır satır bilmek, sayfalar dolusu yazmak ve onun bilinmezliği içinde kaybolmak istiyorum.


İşte ben böyle aval aval etrafa bakıp ipe sapa gelmez düşünceler peşinde koşarken yanında dört beş yaşlarında bir oğlan çocuğuyla birlikte geliyor Neşe. Bakıyorum şöyle bir çocuğa, bizim ev sahibinin yarım akıllı oğluna benzetiyorum onu ama çok da ilgilenmiyorum onunla. Neredeyse yirmi yıldır görmediğim, düne kadar da tamamen unutmuş olduğum arkadaşım Neşe’ye bakıyorum. Sarılıp öpüşmüyoruz. Belki yılların getirdiği önlenemez bir soğukluk yüzünden, belki de aramızda duran bir ölünün ağırlığı yüzünden kuru kuru el sıkışıyoruz sadece. Öyle ki yerimden bile kalkamıyorum. Ayaklarım vücudumu taşıyamayacakmış gibi geliyor o an. Sanki bir şey oturduğum sandalyeye çiviliyor beni de kalkamıyorum oturduğum yerden. Önce boş boş bakıyoruz birbirimize. İkimiz de söyleyecek bir şey bulamıyoruz besbelli ve anlamsız anlamsız bakışıyoruz. Sonra yavaş yavaş çözülüyor dilimiz. Ben soruyorum, o anlatıyor; o soruyor, ben anlatıyorum. Çok uzaklardan bir gülümseme yavaş yavaş gelip oturuyor dudaklarımızın kenarına. Eski günlerden bahsediyoruz. Okuldaki şımarıklıklarımızdan, mahalledeki parkta oturup kurduğumuz süslü hayallerden bahsediyoruz. Yılların soğukluğu kırılıyor ve bahar geliyor bir anda. Cümle cümle ısınıyor hava, papatyalarla ve lalelerle doluyor yol kenarları, pazar tezgahlarını kıpkırmızı çilekler kaplıyor. Her bir kelimeyle çiçekler açıyor kuru dallarda. Başından geçen ne varsa bir çırpıda anlatıyor bana Neşe. Çantasından bir kitabımı çıkarıyor sonra ve bir imza istiyor ünlü yazardan.

Dereden tepeden, dağdan taştan ve bilmem nerelerden konuşuyoruz uzun uzun. Yıllardır görmediğim arkadaşlarımın şimdi neler yaptıklarını bir bir anlatıyor bana. Hepsinin de mutlu ailelerinin olmasına sevinsem de benim küçücük bir evin küçücük bir odasında, boş kâğıtlar arasında sıkışıp kalmış olmam sızlatıyor içimi. Kahve üstüne kahve içiyoruz sonra. Neşe’nin yanındaki velet anne gidelim diye zırıldayıp duruyor ve “Senin yerin burası değil! Buraya ait değilsin sen!” der gibi bakıyor bana. Bizse aldırmıyoruz ona ve devam ediyoruz konuşmaya. Konuştukça parmak uçlarımdaki sızı diniyor ve sanki, bir şeylerin de sonuna yaklaşıyormuşum gibi geliyor.


Yavaş yavaş sonuna geliyorum bir şeylerin. Kafamın içinde bir ses durmaksızın yükseliyor. Bir kalem bir kâğıdın üzerinde ağır ağır geziniyor. Kuş cıvıltıları çalınıyor kulağıma. Gürül gürül çağlayan bir derenin çığlıklarına karışıyor binbir çeşit çiçeğin kokusu; arılar vızıldıyor, kelebekler uçuşuyor. Bir yandan güneş ısıtıyor içimi ve bir yandan da hafif bir rüzgâr okşuyor tenimi. Sonra bir adam görüyorum ağaçların arasında. Bana bakan bir adam. Yanında küçük bir kız çocuğu. İkisi de bana bakıyor. Takip ediyorum onları. Koşuyorum arkalarından. Nefes nefese kalıncaya kadar koşuyorum ama yine de yakalayamıyorum onları. Yorgunluktan gözlerim kararıyor, damağım kuruyor. Olduğum yere çöküyorum sonra ve solmuş bir çiçek görüyorum yanı başımda. İşte tam o anda “Aydın,” diyorum Neşe’ye “Aydın neden öldü?”. O ise boş boş bakıyor suratıma. Şaşkın. Ürkmüş. “Aydın mı,” diyor, “O da kim?”

 


Bir an bilemiyorum ne diyeceğimi. Ağzım açık bakıyorum sağa sola. Sonra başımı önüme eğiyorum ve ellerime, ellerimdeki mürekkep lekelerine bakıyorum. Neden sonra kaldırıyorum başımı ve dağınık masama, masanın üzerindeki kâğıtlara, kâğıtların üzerindeki kargacık burgacık yazılara bakıyorum. Sendeleyerek kalkıyorum masanın başından. Ayağıma bir şeyler takılıyor. Yerde duran fotoğraflara, defterlere, renkli el işi kâğıtlarıyla süslenmiş ayakkabı kutusuna ve hepsinin üzerlerine yayılmış siyah lekelere bakıyorum. Yere düşüp devrilmiş mürekkep şişesine ve etrafında oluşan kara göle, gölden yansıyan yüzüme; karmakarışık saçlarıma, kızarmış gözlerime, akmış makyajıma ve çatlamış dudaklarıma bakıyorum. Etrafa saçılmış her ne varsa hepsini toplayıp tıkıştırıyorum ayakkabı kutusuna ve yatağımın üzerine oturup dizlerimin üzerine koyuyorum kutuyu. Şıpır şıpır mürekkep damlıyor kutunun altıdan. Aradan saniyeler geçiyor önce. Sonra dakikalara dönüşüyor saniyeler. Dakikalar saatlere. Önemsemiyorum. Derin bir karanlık kaplıyor odanın içini. Telefon ardı ardına çalıyor. Açmıyorum. Neden sonra üşüdüğümü hissediyorum ve kalkıyorum yerimden. Kutuyu yatağın üzerine bırakıp masanın üzerindeki kâğıtları sıraya sokuyorum ve kaldırıyorum çekmeceye. Odayı kaplayan mürekkep gölünün içinden geçip siyah siyah lekeler bırakıyorum ardımda ve açık duran oda kapısını kapatıyorum.