“Ölümsüzdür bir ağaç, kıyaslandığında benimle

Ve bir çiçek başı daha bir irkiltir, uzun olmasa bile,

Birinin uzun ömrünü, diğerinin cüretini isterim.”

- Sylvia Plath


Hepinize teşekkür ederek başlamak istiyorum. Yolun başladığı veya bittiği yere geldim sanırım, çok uzun sürmedi, bütün hayatım boyunca gördüğüm her canlıyı önemseyip yardım etmeye çalıştım, birçok kişinin yükünü kendi sırtıma bağladım kendi yüklerimle beraber. Ama şimdi hepsini bir kenara bırakıp rahatlayacağım kısa bir süre, hepsi gelip geçti. Kendi yükümün tamamını şimdi size toplu bir şekilde ama olabildiğince az yani tek bir şekilde vereceğim. Hepsi gelip geçici, korkmayın. Son gücümle son eylemimi yapmak için zihnimi boşaltıyorum, geçmişin izlerini silemezsem onlarda benimle birlikte ölecek hayır, bunu yapmak istemiyorum. Ben bunu yapmazsam da hiç yorulmadan bir gün gideceğim, Asıl cesaret gösterip bunu yapabilmekte, bu başkaldırışı gösterip sessizce uzaklaşmakta. Üzgünüm, herkesin istediğini vermeye çalışırken hep kendini aksattım, aksayan kendimin suratına bakmaktan korkar oldum, nefesim bir başkasının nefesi, gözlerim bir hayal kırıklığının eseri oldu. Kırık olmaktan öteye geçemedim, hep aynı yaşımda kaldım. Yine de büyüdüm, dışardan olgunlaşan fiziksel görüntüm, içeride büyümeye çalışanı baskıladı. Büyümek yerine acı çektiği için kaçmayı tercih etti. Küçük bir çocuk gibi etrafa koşturdu sürekli, herkese bulaştı. Küçükken çok sakinmişim, bu benim yorumum değil tabi ki. İnsanlarla tanıştıkça sakinliğimin yerini tarif edemediğim bir duygu aldı. Tüm arkadaşlarıma, sevdiğim insanlara teşekkür ediyorum tekrardan. Bir o kadar anlamsız gözükse de bu teşekkür gözünüzde, benim için bir o kadar anlamlı. Korkaktım, sizi görünce küçük bir alev aldı göğsümü. Isındım, korkum geçti.


Bu mektubun ardından sizi görmek isterdim, belki de şuan buna pişman olmayacağımı düşünüyorum. Oysa ben sizin bir gözyaşınızda kaç kere boğuldum, kaç kere nefesinizin bitkinliği benim başıma dert oldu. Sizi seviyorum. Bunu pek gösteremiyorum belki evet, haklısınız. Ben sizi içimden seviyorum, benim için benim içimden seviyorum, çok derinden öyle herkesin elini atıp, tüküremeyeceği bir derinlikten. Kendime nasıl davranılmasını istiyorsam aynısını yaptım. O derin duygu çukuruna, sol yanımdan sürekli kazdım, sürekli yeni duygular değil de eski duygularımın yeni doğmuş olanlarını çıkarttım. Yeni duygularım, eskinin tecrübesiyle beslenmiş olmasına rağmen alamadığı tek bir ders vardı. Varoluş acısı.



4. veya 5. Sınıf tam hatırlamıyorum, o gün nöbetçiydim haliyle sınıfla pek bağım olmadı. Öğretmenimiz " Bugün sınıf çok sessiz Haluk yok mu?", bunu arkadaşlarım bana anlattığında içimde garip bir mutluluk hissetmiştim, var olmanın, sayılmanın, ses olmanın sevinci. Şimdi içimde ses olmanın sevinci kalmadı, kendi sesimi duydukça kulaklarım kesilir oldu. Artık sesimi bile duymuyorum, ne söylediğimi bilmiyorum. Öyle geliyor ki düşünmeden söylediğim çoğu şeye güler oldu insanlar, bu bir bakıma beni korkutur oldu, acımı görememelerine ben kendim sebep oldum. Bunun farkına erken yaşlarda varamadım. Bilmiyorum, bir şey anlatırken içimdeki '' bu an geçecek, ileride olduğun zaman da geçecek'' bu sözleri içimden atamıyorum, geleceği ve geçmişi düşünmekten hiçbir zaman anda kalamadım. İyi bir not olacağını düşünmüyorum bunun, beni bu türlü tanıyan insanlar için anlaşılması zor olmayacak bir not, peki ya tanımayanlar?


İlkokulda oldukça sakin olmak yerine sürekli öğretmenlerimi kızdırdım ama bunları amacım bu olduğu için yapmadım, sonunda bende öğretmen oldum. Sürekli arkadaşlarımı bir eğlence olarak gördüm. Eğlence dediğime bakmayın, onları küçümser bir bakış açısıyla görmedim, hepsi benim acımı unutturacak bir ilaç gibiydi. Bazen bu ilaçların tarihi geçerdi, kullansam faydasını görmez daha da hasta olurdum. Fakat çevrem her zaman beni kurtaran bir doktor oldu, zamanla bu doktor bana yanlış ilaçlar yazdı. Kimi zaman dozunu arttırdı, kimi zaman azalttı, dengemi bozdu. Bozulan dengemi tekrar o doktorla toplamaya çalışırken, iyice kendimi kaybettim. Şimdi bu sefil, kan ve acı dolu cehennem çukurundan ayrılmadan önce anlıyorum ki bunların hepsi olmalıymış. Bu notun varoluş amacı, benim buraya kadar getirdiklerim olmuş. Tekrardan hepinize teşekkür ediyorum. 


Hiçbir sorunumu ailemle paylaşmadım, çoğu zaman sessizliğimi efendilik, uslu çocuk olmanın getirisi olarak gördüler. Beni ben yapan insanlara asla beni, göstermedim, gösteremedim. Hep beni tanımayan insanlara açtım içimi, açtıkça değersizleşme duygusu başıma saplandı. Gece ile gündüzün sadece bir ışık farkı olduğunu anladığım zamanlara geldim, maalesef istediğim yegane şey olmadı. Belki de ölümün soğukluğu bu dünyanın yakıcı acısına ilaçtır. Bilmiyorum.


Büyüdüm, farklı bir şehre geldim, gerçi eskisinden pek farkı yok burada da duvarlar susmuyor. Beni herhangi bir yabancının kurtarma olasılığı yok, hiçbir duygu bu preslenmiş içimi eski haline getiremez biliyorum. Beni sadece ben kurtarabilirdim, şimdi kendime yabancıyım.


Farklı işlerle uğraşmaya çalıştım, çoğu zaman insanlarla iç içe olmanın beni mutlu ettiğini zannettim fakat bilerek midir bilmem, tüm insanlık beni hayal kırıklığına uğratmak için yaratılmış. Gözlerini bilerek boyamışlar zifiri karanlığa, tırnaklarını uzatmışlar. Bir insanın yok sayılması için not tutmuşlar, birbirlerini görmemek için kapatmışlar kendilerini fanuslara. İçimdeki bu öfke ve kırgınlık geçmeyecek, 


Bir zar atıyorum, gelen sayı beni büyük ikramiyeye götürüyor. Bir kurşuna.




“Bak bu yara annemden, işte bu babamdan,

buradaki ilkokul öğretmenimden,

haaa şu en derin olan mı? Onu ben açtım bilmeden.

En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.”

- Nilgün Marmara