"Etrafımızdaki hapishane duvarlarını yıkıp özgürlüğe koştuğumuzda aslında daha büyük bir hapishanenin geniş bahçesine doğru koşuyoruz." Yuval Noah Harari


Nedir bu hapishane duvarları? Bu duvarların mimarı kim? Daha büyük bir hapishanenin bahçesine koşmamıza sebep olanlar kimlerdir? Yoksa Prison Break'deki Michael Scofield'ın Sona hapishanesinden kaçarken bildiği bir şey mi vardı?


Ütopya ve distopya kelimelerini pek çoğunuz duymuştur diye tahmin ediyorum. O yüzden bu kelimelerin kökenine derinlemesine girmeyeceğim. Fakat nasıl ki YouTube'da like ve dislike varsa ütopya ve distopya da aklınızda öyle kalabilir. Like'ın önüne gelen "dis" olumsuzluk takısıdır ve aslında distopyaların da doğmasına sebep olan şey ütopyaların gerçekleşememesidir. Ütopya, var olmayan bir yerdir, distopya ise var olmayan kötü bir yerdir.


Ütopya demişken, insanlar olarak hepimizin hayalleri var malum. Avcılık-toplayıcılık zamanlarından beri hepimiz doğuyoruz, büyüyoruz ve ölüyoruz. Bütün hayatımızın özeti bu üç kelimeye sığdırılabilir... Fakat gelecekten neden korkuyoruz? Daha doğrusu gelecekten korkmalı mıyız? Gelecek korkusunun evrimleşmesi nasıl olmuştur? Bu yazıma kaynaklık eden esas şey, öğrencilik zamanlarımdaki su, elektrik, doğalgaz faturaları ve kira masrafları ile okul için gereken teknik malzemeleri almaya param yetecek mi ikilemine düştükten sonra oluşan gelecek korkularıdır.


Şimdi sizle burada Amerika'yı tekrar keşfetmeyeceğiz, bu yazıyı okuyan insanların kültürlü ve sanatsever insanlar olduğunu bildiğim için bazı şeyleri kısa keseceğim. Mesela gelecek korkusunun ilk aşamaları, insanların avcılık-toplayıcılık zamanlarında ellerindeki buğdayın, başağın, işte efendime söyleyeyim içinde yulaf bulunan bisküvilerin falan bitme endişesinden dolayı oluşmuş. E o zamanlarda marketler de yok adamlar napsın. Bütün besinlerini topraktan, hayvancılıktan falan karşılıyorlar. Şimdiki zamanını korkuyla geçiren insanlar yavaş yavaş geleceğinden de korku duymaya başlamış. Sonrasında insanların evrimi gibi bu korku da evrimleşmiş ve şu an Camus'nün dediği korku çağının devamını yaşayan nesil tam olarak biziz.


Mimarlık okulunda okurken bizden önce yaşamış mimarların tasarladığı ütopya projeleri anlatılırdı. Yani işte doğayla şehri nasıl birleştirebiliriz ya da birleştirmeli miyiz, insanlara nasıl daha güzel bir gelecek vaat edebiliriz ve şehirlerimize nasıl nefes aldırabiliriz gibisinden pek çok soru sormuş mimarlar kendilerine. Böyle böyle bahçeşehir projeleri ortaya çıkmış. Ama hiçbir zaman bu projeler yapılamamış çünkü şehirleşme ve artan makineleşme, insanların para kazanma dürtüsü her şeyin önüne geçmiş. Böylece hani şu Leibniz var ya, monadları falan buluyordu felsefede... Hah işte, o adam iyimser senaryoların oluşmasına sebep olurken, ortamlarda adını okuduğunuzda üstünüzde şekil bir etki bırakan Schopenhauer adlı beyefendinin karamsar senaryoları da distopyaların felsefi tabanını oluşturmuş. Tabii öncesinde Platon'un Devlet, Campanella'nın Güneş Ülkesi ve More'un da Ütopya tasarılarını unutmayalım. Bunlar cepte.


Yazının başlarında distopyanın doğuşu hakkında ne demiştim, ütopyanın tersi. Ama bu konuda şöyle ince bir ayrım var... Ütopyalarda gerçekleştirilemeyen hayal kırıklıklarının karşılığıdır distopyalar. Mesela şöyle örnek verelim. More'un Ütopya kitabındaki ideal devlet ve toplum düzeninde hayal edilen herhangi bir şey başarıya ulaşmadı mı o toplumun fanusunda bir delik açılır ve yaşam suyu sızmaya başlar, işte sızan bu suların hepsi bence bir distopya gölü oluşturur. Çünkü hayal kırıklıkları, acı ve korku olmadan insan belirli bir bilinç ve yetkinlik seviyesine de ulaşamaz. Belki de bu yüzden ütopyalar insanı distopya üretmeye, distopyalar da insanı ütopya üretmeye yöneltiyordur. Berbat Edebiyat'taki içerikler bir distopyaysa, Bubisanat bir ütopyadır. Böyle düşün. Vice versa.


Michel Foucault'nun panoptikon kuramında dediği gibi, insan sürekli izlendiğini hissettiği bir düzen içinde yaşar. Biri Bizi Gözetliyor yarışması da güzel bir distopya örneğidir mesela. Uğur'un diskalifiye oluşu ve Öykü Serter'in Büyük Biraderimsi sunuculuğu daha dün gibi aklımdadır. Neyse... Ben Fuko'ya döneyim. 


Foucault'nun pastoral iktidar düşüncesinde dediği bir şey var. Bir çoban, bir toprak parçası üzerinde değil, bir sürü üzerinde iktidarını kullanır. Pek çoğumuz geleceğimizden korkan bireyler olarak bir sürünün içindeyiz ve çobanın da kim olduğunun epeyce farkındayız. İzlendiğimizi ve hareketlerimizin takip edildiğini, yazdıklarımızın incelendiğini hissediyoruz. Tam olarak 1984 distopyasında olmasak bile ona ulaşmaya ramak kaldığımız bir dönemden geçiyoruz. Peki ne yapmalıyız, geleceğimizden korkmalı mıyız, yoksa Pandora'nın Kutusu'ndaki umudu bulmak adına o kutuyu açma riskini, Var mısın Yok musun yarışmasında sona kalan 1 tl ve 500 bin tl'lik kutular arasında seçim yapmak gibi almalı mıyız?


Bu soruların cevaplarını benden çok daha iyi cevaplamış olan çok sevdiğim bir yönetmen var, onun adı Charlie Chaplin. Chaplin, Şarlo Diktatör filminin son sahnesinde bir diktatör edasıyla sahneye çıkar ve başlıkta sorduğum sorunun cevabını tam olarak şöyle yanıtlar:


"Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: “Umutsuzluğa kapılmayın.” Üstümüze çöken bela; vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucu. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecek, diktatörler ölecek. Ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecek. Son insan ölene kadar özgürlük yok olmayacak. 


Askerler! Kendinizi vahşilere teslim etmeyin. Sizleri hakir gören ve esir edenlere, hayatlarınızı yönetmeye çalışanlara, size ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini emredenlere, hepinizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin. Bu doğa dışı adamlara, bu makine kafalı, makine kalpli adamlara boyun eğmeyin. 


Sizler birer makine değilsiniz! Sizler hayvan da değilsiniz! İnsansınız. Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşıyor. Nefret etmeyin! Yalnızca sevilmeyenler nefret eder… Sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar. 


Askerler! Kölelik adına savaşmayın, özgürlük için savaşın! St. Luke İncil’inin 17. bölümünde şunlar yazılıdır: “Cennet insanların içindedir. Tek bir insanın ya da belirli bir zümrenin değil, tüm insanların içinde, sizin içinizdedir."


Siz insanlar güce sahipsiniz. Makineleri yapacak güce, mutluluğu yaratacak güce… Bu hayatı özgür ve güzel kılacak güce sahipsiniz. Hayatı olağanüstü bir maceraya çevirecek olan da yine sizlersiniz. Öyleyse, demokrasi adına haydi sahip olduğumuz bu gücü kullanalım. Birleşelim! Yeni bir dünya için savaşalım, insanca bir dünya için… Herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım… 


Zalimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler! Sözlerini tutmuyorlar. Hiçbir zaman tutmayacaklar! Diktatörler sadece kendilerini özgürleştirir, insanlarıysa esarete mahkum ederler. Haydi şimdi bu sözleri tutmak için savaşalım. Dünyayı özgürleştirmek için savaşalım. Uluslar arasındaki sınırlar olmadan yaşayabilmek, kendimizi hırstan, nefretten ve hoşgörüsüzlükten arındırmak için… Sağduyulu bir dünya için… Bilimin ve gelişmenin bütün insanlığa mutluluk getireceği bir dünya için savaşalım.”


Buraya kadar okumaya sabretmişsen son bölüm canavarını görmeye hak kazandın demektir. Merak etme, bu sefer prenses başka kalede değil. Eğer bu yazıyı okuyarak kendine bir şey katmışsan seni distopyayı detaylı olarak anlattığım, üstüne pek çok kitap önerip kurgu dışı konulardan da bahsettiğim bu videoyu izlemeye davet ediyorum: https://youtu.be/DNo1wRTFR1g


Ütopyalarınla kal...