Bir Mecnun olmak, hayatın sana imzalı bir belge gibi sunduğu; elini, kolunu, ayaklarını bağlayan bir emirdi. Çünkü geleceğe, uzak mutlu günlere dair son umudu taşıyan, pencerene konacak küçücük bir serçe, sen daha pencere pervazına uzanmadan kaçıp sonsuz gökyüzünde kaybolacaktı. Serçenin kanatlarının ardında bıraktığı rüzgar, saçlarını bir güz esintisiyle savururken hatırlayacaktın yalnızlığını, ve yalnızlığını. Kanadı olan hiçbir şeye güvenemeyeceğini bilemeyecektin daha, bilsen de inanmak istemeyecektin.


Böylece geçmişi, hayata dair sönmemiş heveslerinin olduğu günlerdeki o heyecanlı, tatlı tatlı koşturan genç kızı; bir televizyonun karşısına geçer gibi oturup tekrar tekrar, tekrar ve tekrar izleyecektin ki; onu anımsamadan gözlerine uyku girmeyecekti. Uyumak, yarı ölmekse eğer, sen en mutlu halinle ölmek isteyecek, umudunu bileyen yalanları dahi kucaklayarak gözlerini kapatacaktın her gece. Gelecek öyle küçük bir kareyse ve sen o karenin bir köşesine sığamıyorsan bir türlü, yalanlarla da döşeli olsa o geçmişinden başka sığınacak limanın, başını dayayacak duvarın olmayacaktı. Ya koca bir boşlukta varlığını reddedecek, ya da üzerinde bir yük gibi taşıdığın cesedini kabul edip onu geçmişin kefeniyle sarıp sarmalayacaktın.


Leyla ile Mecnun'un, baş kahramanın ölümünden bile daha acı biten şu sonundaki sözleri gibi;


"Bu hayat bana şunu öğretti ki,
giden geri dönmüyor.
Dönse de eskisi gibi olmuyor.
Madem öyle,
ben de geçmişe giderim,
bir ekranın karşısına oturur gibi oturur,
tekrar tekrar, tekrar tekrar, tekrar ve tekrar izlerim.
Gelecekte yerim yok,
ben geçmişe aitim.
Ben, Mecnun Çınar, ben bu oyunu denedim,
ama bozamadım."


Bu oyun, bozmayı denemeye değmeyecek kadar riyâkardı çünkü.


https://music.youtube.com/watch?v=DujFXVWT1MU&si=ttD2L-3IzfZvM5rs