Sabah kalkıp saçlarından severek uyandırdım kızımı. Döşeğin yanı başında duran sandıktan çıkardığım elbiseyi sergilercesine tahta pencerenin üst çıkıntısına askıladım. Odaya giren güneş ışığının azalmasıyla sanki içimdeki yastan dolayıymış gibi bir karartı devrildi içime. Bir an da olsa nefes almamı zorlaştıran bu iğrenç his, elbiseyi alıp yere sermeme sebep oldu. Hiçbir şey anlamayan kızım günlük rutinlerine bir hayli alışmış olacak ki ben ağzımı açmadan kahvaltı hazırlamaya kalkmıştı. 

   

Sofraya oturduğunda babasının ilk kez ona güldüğünü görmüştü. Ne hayallere dalıp ne yalanlara kanmıştı o an, sevgiye dair. Babası gelecek parayı ve hayvanı düşünürken bana dönüp hançer gibi sapladı sözlerini ciğerime "Geç olmadan hazır et, güzelce süsle. Evi de temizleyin." Ben de kendi babamdan duymamış mıydım aynı sözleri? Fatma'ya kalkmasını söyleyip odaya geçirdim. İçeride bir yandan giymeye alışık olmayan bedeninin elbise ile uğraşı sürerken bir yandan da sofrayı topladıktan sonra oyun oynamaya çıkıp çıkamayacağını öğrenmeye çalışıyordu. "Artık oyun yok, yasak." dedim. Giydirdim, kuşandırdım. Kısa topuklarını tahta döşemeye vurdura vurdura çıktı odadan. Koynunda seyrek üzüm salkımlarını andıran en sarısından beşibiryerde, kolunda üç altın bilezikle bir de künye. Körpecik bedenine oturmayan kırmızı kadife bir elbise... Babasının isteği üzerine sofrayı topladıktan sonra bu iğrençliği ilan edecektik. Sokaklara çıkıp "Bakın teyzesi! Benim küçücük kız çocuğum kadın olacak. Altınlarına bakın ne kadar çok, dahası da gelecek. Güzel kız iyi paraya verdik tabii.” diyecektik. 

   

Tuttum kızımın elinden, ayaklarımı yere sürte sürte geçtim evin demir kapısını. O saatten sonra elini bırakıp koluna girdim, yanımda genç bir kız gezdiriyomuş olmaktan ziyade koluma pahalı bir çanta takmış gibi göründüğümün farkındaydım. Kızım gülüyordu çünkü bütün bunlar onun için henüz çok olağandışı ve bir gösteri gibiydi. O ışıl ışıl gözlerini benden ayırmazken ben ona bir kez dahi bakamamıştım. Varlığında kıymetini bilemediğim kızımın şimdi gözünün baktığı yola, elinin değdiği yorgana muhtaç kalmıştım. Yine de bakamamıştım ağlamaktan korktuğuma.

   

Beş on dakika yürüdükten sonra evleri önünde gündüz programı konuşmaktan başka hiçbir halt bilmeyen komşularımız bu sürgün yolunda ayağımızın değdiği taşlar olmuştu. Biri benim suratıma bakıp konuşmaya başlarken öbürü altınları saymakla görevlendirmişti kendini.

— Hayırlı olsun Halide, kızına görücü geliyormuş.

Kafamı sallayıp onaylayan tavırla kendisini doğruladıktan sonra öbürü de bakışlarını kızımdan çevirip bana yöneltti.

 — Pek de zenginmiş, tabii anacığı gibi pek güzel kızımız. Görücü de biliyor kime geleceğini. 

Kızım gözlerinden ve içinden bütün heveslerini söküp öyle bakmıştı bana. Öyle büyük bir parçasını koparıp atmıştı ki her gece göğe baktığımda o koparılan hevesin ışıltısını görebilecektim. "Anne!” dedi, "Bu yüzden mi oyun oynayamıyorum artık?" "Sus!" dedim

   

Böyle gelin ettim kızımı, gelin geldiğim köyden. Bir çırpıda narin çocukluğunu parçalayıp göz yumdum yaşayacaklarına. "Sus!" dedim yalnızca, "Sabret, kötü günler de geçer, ben seni hiç bırakmam, istemiyorsan olmaz." demedim. Bütün tesellilerimi üç sarı halkaya satıp uğurladım kızımı. Eve döndüğümüzde bir bir nasıl iyi bir eş olması gerektiğini anlattım. Dilim alev alev yandı, konuştukça közü içime aktı da susamadım, tıpkı beni çocuk yaşımda gelin eden annemde olduğu gibi. Sussaydım nereden bilecekti kızım; konuşursa yiyeceği dayağı, sofraya eksik koyduğu iki soğanın onu nasıl kusurlu bir mal yapacağını, ne zaman nerede olursa insan yerine konulacağını.

Son kez yapamadığım anneliğin cehenneminde yanarken onu da nasıl yaktığımı düşündüm. Acaba bilecek miydim daha dün dizini incitse içimde fırtınalar kopan kızımın her yeri yara bere içindeyken nasıl acı çekeceğini? Elinden oyuncakları alınıp verilen bebeklerin ağırlığını ben de hissedebilecek miydim? Yahut pencere önünde kocasını beklerken izlediği çocukların oyunlarına ben de onun gibi hasretlik olacak mıydım?