Yaşlı Uly uçurumun tepesinde dikiliyordu. Rüzgâr sert ve acımasızdı; suratını ısırmaktan geri durmuyor, uzamış yağlı saçlarını yalıyordu.
Uly, bu uçurumu seviyordu. Çocuk iken babası ellinden tutup getirmişti buraya. “Bak,” demişti, ufkun altındaki denizi göstererek. Koskocaman mavilerle örtülmüş deniz kızgındı. “Bu denize huzur burnu derler. Kutsal babamızın oğlunu insanlık için kurban ettiği yer.” Sesindeki huşu ve saygıyı şu an bile hissedebiliyordu Uly.
“Buraya gelmeyi severim, insanın kendisi küçük hissetmesine neden oluyor.” Uzun süre denize bakmıştı. Uly de babasına eşlik edip bakmıştı ama gördüğü tek şey kocaman bir deniz ve dikildiği uçurumdu. Babası elini sıkmış ve yemek için eve yollanmışlardı.
Şimdi babasıyla dikildiği yerde bekliyordu. Yaşlanmıştı. Babasının küllerini denize savuralı çok olmuştu. Zaman acımazsızca üstünden geçip suratını izler ve kemiğinde ağrılar bırakmıştı. Bacakları gün gittikçe daha çok ağrıyordu. Uykular ise daha da kısaydı.
Bu tepeye gelmek için bile çok yorucuydu. İnsan yaşlı olmayı unutuyordu.
Deniz kızgınlıktan köpüre dursun bulutlar toplanmıştı. Uly üşümeye başlamıştı. Gece neredeyse örtecekti yer yüzünü. Bugün de eli boş dönecekti. Karısına daha değil diyecekti. Gelmedi diyecekti. Hasta yatağında hayal kırıklığı ve acıyı tadacaktı karısın bakışlarında.
“O öldü ya da bizi unuttu,” demişti Uly karısına.
“Savaş biteli uzun süreler oldu.”
“Hayır gelecek, biliyorum. Oğlumdan umudumu kesemem.” Sesi o kadar cılız çıkmıştı ki ahşap evde yutulmuştu adeta.
“Her gece bir tabak daha fazla yemek yapmak bizi zorluyor, farkındasın dimi?”
“Oğlum için o tabak, geldiğinde aç mı bırakalım. Yorgun olacak sonuçta, bizim için o kadar yol tepmişken bir tas yemek mi esirgeyeceğiz.”
Karısı yataktan zor çıkıyordu. Sadece yemek yapmak için battaniyesini bir kenara atıp yemek pişiriyor ve gözlerini kapıya dikip Uly’nin müjdeli haber getirmesini bekliyordu.
Uly bacakları ağrıdığı için uzun çimlere oturdu.
Hava kararmıştı. Kuzeyde batan güneş bulutlar tarafından gizlenmiş, kızıla çalan deniz karanlığa gömülmeye başlamıştı. Uly bekliyordu.
Eve gitmek istemiyordu. Karısının umut dolu bakışlarını görmek istemiyordu. Kafasını iki yana sallamayı istemiyor, karısının ağlamaklı gözlerini görmek istemiyordu. Oğluna sövmek istiyordu. Tüm bu saçmalıklar için fazla yaşlıydı.
Eve gitmek istemiyordu.
Savaş çıktığında sabahın bir körü oğlunun hazırlanıp savaşa gitmek istediğini söylediği o günü düşündü. Çok öfkelenmemişti Uly. Sert sözler yankılanmıştı evde. Biraz da ağlamalar karışmıştı aralarına. Ama oğlu ne babasını ne de annesini dinlemişti. Köyden bir arkadaşıyla kendi kaderini çizmek için savaşa katılacağını söylemişti. Burada kalıp çiftçi olmak kaderinde yokmuş.
“Ben ismimi tarih kitaplarına yazmak istiyorum.”
“Öleceksin ve kimse seni hatırlamayacak, istediğin bu mu?”
Karısı aralarına girip gözyaşları içerisinde tartışmamalarını söyleyip durmuştu.
Yalvarmıştı oğluna.
“Oğlum boş ver diyarı sen kurtaramazsın. Kralların savaşında senin ne işin var. Onlar can sıkıntısı için bile birbirleriyle savaşıyor yavrum.”
Oğlu inatçıydı. Belki fazla kendisine benziyordu. Uzun boylu ve yapılıydı. Köydeki herkes hayrındı bir nevi oğluna, özellikle kızlar. Köye buğday satmaya gittiğinde kızların hayran bakışlarını oğlunun üstünde hissedebiliyordu Uly.
“Ne istiyorsan yap, ben sana karşı çıkamam. Ama unutma, kimse arkanda şarkılar yazmayacak. Kimse bu savaş için gururla göğsünü kabartmayacak. Kılıcındaki kanlar rüyalarında seni esir aldığında kaçmak isteyeceksin oğlum, istediğin buysa hadi durma git.”
Ve oğlu gitmişti. O gün evde sadece sessizlik ve hüzün çökmüştü. Anılar tepişmiş, geçmiş yad edilmiş ve karısı yatağa düşmüştü.
Üstünde suçlayıcı bir bakış vardı. Karısı kesin olarak bir şey söylemese de o bakışları Uly hissediyordu. Senin suçun diyordu. Neden ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama senin sucun diyordu o bakışlar.
Uly çocuğunu hiç dövememişti. Zor şartlar altında tarla sürdürtmemiş, harçlık istediğinde köye yollayarak cebine parasını koymuştu.
Yanlış bir şey yapmamıştı ama cezalandırılıyordu işte.
Eve gitmek istemiyordu. Oğlu ölmüştü ve karısına bunu söyleyecek cesareti yoktu.
Buğdayları köye götürdüğünde ölüm haberleri sinmişti evlere. Savaş bitmişti. Yenilmişlerdi. Haberi aldığında tek gözü bile seğirmedi, kalbi vücudunu esir almadı, ağlayamadı. “Çok üzgünüm Uly, senin oğlunda o savaştaydı dimi?” demişti biri. Sisli Vadi savaşı kanlı bitmiş diyorlardı, herkes ölmüş, kargalar cesetlerin üstünde günlerce uçmuş diyorlardı. Kan ve ölü kokusu insanları midesini bulandırıyormuş diyorlar. Herkesin dilinde savaş vardı. Savaş bitmişti, oğlu ölmüştü ve krallar barış imzalamıştı. Birbirlerine gelin vererek savaşı bitirmiş müttefik olmuşlardı.
Kanlı savaş hikayeleri yerine kırk gün kırk gece sürecek düğün haberlerine, gelinin ne kadar güzel olduğuna kaymış barışın verdiği sevinçle köye neşe inmişti. Herkes aniden dökülen kanları ve yitirilen oğullarını unutmuştu. Ve Uly ağlayamıyordu. Oğlu ölmüştü, bir hiç uğruna. Ve Uly bir şey hissetmiyordu.
“Savaşlar kralların satrancıdır evlat, gün boyu saraylarında göt büyütmek can sıkıcı olsa gerek,” Demişti babası bir zamanlar.
Tüm bunları düşünürken hava iyice kararmıştı. Artık deniz gözükmüyor, yıldızlar parlıyordu.
Yanında getirdiği fenerini yaktı. Küçük bir ışık yayıldı. Eve gitmek istemiyordu Uly. Karısına gerçekleri söylemek istemiyordu. Bu onu öldürürdü. Öksürükleri gittikçe artmış ve ağırlaşmıştı. Tek umudu olan oğlunun geri döneceğiydi. Bunu elinden alırsa ölürdü, bunu çok iyi biliyordu Uly. Oğlunu kaybetmişti ve karısını kaybetmek istemiyordu. Ölsün istemiyordu.
Uly bekledi, babasının huzur bulduğu yer artık ruhunu emiyordu ama beklemek zorundaydı. Oğlunun dönüşünü değil eve gitmekten korkuyordu. O yüzden her gün buraya gelip bekliyordu. Havanın kararmasını. Ama artık bu dayanılmaz bir hal almıştı. Acılar gerçeği gizleyemezdi. Bir şekilde doğrular gün yüzüne çıkmalıydı. Söylemeliydi. Söyleyecekti de.
Ayağa kalktı, fenerini alıp pelerinine sarılarak evin yolunu tuttu. Karısını özlemişti, yitmekte olan karısını.