Söylemiştim galiba; okulumuzun pansiyonu bir gemi gibidir bizim için. Gemidekiler, günlerce ve bazen haftalarca karaya çıkamazlar. Biz ise istediğimiz vakit çıkabiliriz dışarıya. Ama nöbetçi olduğumuz günlerde, öğretmen dahi olsak bu dışarı çıkışlar birkaç dakika, çok çok yarım saatle sınırlı olur. Öğrenciler sabahtan dışarı çıksalar da akşam yedi dedi mi, geri dönmek zorundadır. Ve herkes gemiye dönünce, hareket saati gelmiş demektir. O vakit öğrenciler hücresine, pardon kamarasına, ay amaaannn , odasına çekilir ve kader mahkumu arkadaşları ile sohbete başlar. dışarı çıkmaları artık yasaktır. Arada bir bahçeye çıkıp oyun oynasalar da, hemen aşağıda, caddede yürüyen vatandaşların seline kapılıp da gidemeyeceklerini hepsi bilir. Onlar gemidedir ve gemi, saat yedide harekete geçmiştir bile. Artık karaya dönüş mümkün değildir. Yirmi metre aşağıdaki cadde, onlar için ulaşılmaz bir düş ülkesi olmaya başlar. Ve yangın merdiveninin korkuluklarından uzaklara, Spil Dağı’na bakılarak giderilmeye çalışılan, kime ya da neye olduğunu kendilerinin de bilmediği hasret, onları alıp başka diyarlara götürür.  


İşte biz de o gün, nöbetteydik; ben, Nazlıcan ve… Ya hu ne Nazlıcan’ı, karıştırmayın ortalığı. Ben, Yunus Hocam ve Celal Hocam. Yunus Hocam, bir albino. Ve tanıdığım en güzel, en değerli albinodur. Gerçi tanıdığım ikinci bir albino yok ama sözüme güvenin. Sahiden, tanıyan ve insan kalan herkesin seveceği biridir. Celal Hocam başmuavinimiz. Yaşça bizden büyük. O gün epey sohbet edince anladık ki derdi de bizden büyük. Ancak o da, büyük derdine rağmen, tanışan herkesin derdiyoklar’dan sanacağı kadar sevecen, insan canlısı biridir. Sadece bir dakika sohbet etseniz, kimselerin kötülüğünü istemeyeceğini hemen anlarsınız. İşte muhteşem üçlü olarak biz (kaşla göz arasında kendime de muhteşemlik bahşetmemi bağışlayın), pansiyonun hemen önündeki kendinden masalı banka oturarak derin bir sohbete başladık... Hemen söyleyeyim ki efendim, derin sohbet deyince öyle siyaset, sosyoloji, dünya savaşları falan konuştuğumuzu sanmayın; sohbetin derinliği, sözlerimizdeki samimiyettendi. Her birimiz, tam da içimizden, yüreğimizin derinliklerinden gelen bir coşkunlukla söylüyorduk sözlerimizi…


Bir demliklik sohbeti bitiriyorduk ki aşçımız Ömer geldi. Hani haftanın altı günü kıraathanelerde çay servisi yapanlar vardır; pazar günü yine aynı kıraathaneye ama bu sefer okey oynamak için gelirler. İşte aşçımız Ömer de böyle yapıyor. Altı gün iş için, yedinci gün ise muhabbet için geliyor pansiyona. Ama gelirken de şöyle bir bakıyor listeye, eminim, kimler nöbetçi diye. Listede bizi yani muhteşem üçlüyü görünce de dayanamayıp geliyor haliyle. Eee, o da haklı. Sohbetin kralı bizimle… Ömer gelince sohbete bir ara gaz verip direksiyonu evliliğe büküyoruz. Ömer, “kadınlara güven olmaz” diye ayak veriyor bize. Ben hemen sazı elime alıp; “iki insanın birbirine uyumu sahiden zor ve zorluğu ölçeğinde de değerlidir” diye başlıyorum. Celal Hocam inceden şelpeye giriyor ve evliliğin ve çocukların ne kadar da zor olduğunu hafiften hafiften anlatıyor. Ona göre en zor olanı ise boşanmak. Yunus Hocam bizden farklı. Çünkü o, evli olup da mutlu olan ender insanlardan yani soyu tükenenlerden. Öyle olduğu için de istiyor ki soyu tükenmesin. Ve sanıyor ki herkes kendisi gibi mutlu olacak. Bunun için de bekar gördüğü herkesin yakasına yapışıp evlendirmeye çalışıyor. Hatta bir ara benim de yakama yapışmıştı. Yüreğimi açıp, kimlik diye taşıdığım yaralarımı gösterince vazgeçti. Şaka la şaka. Edebiyat parçalamak için böyle yazdım.  


Ömer’le birlikte ikinci demlik çayın da sonuna geliyoruz. O ara kalkıp, fukara kokaini denilen çiğdeme takviye yapmak için markete gidiyorum. Marketin hemen yanında bir kafe var. Çıkışta dönüp içerdekilere bakıyorum. Lüks araçları ile, eşini ve çocuğunu alıp kafeye gelenler var, ne ilginç. “Hacım gel, şurada iki çay içelim” gibi bir yer değil burası. Akşamları insanlar, hususi olarak, planlayarak geliyorlar buraya. Sanki tiyatroya, sinemaya gider gibi. Üstelik bir de hınçla, sahiden, ölümüne telefona bakanlar var içerde… Herkes makyajlı, herkes güzel, herkes fit. Bir sahtelik var içerde ama… Elimde açılmış çiğdem paketiyle dönüp, “kardeşler” diyorum, “sizin de müsaadeniz varsa, ben bu geceki muhabbeti satmaya karar verdim.” Şaşkınlıkla bana dönüyorlar. “Vallahi bak, şaka yapmıyorum. Az önce baktım şu kafede oturanlara. Vallahi öyle yapay, samimiyetsiz geldiler ki. Bence onların arasında muhabbet eksik. E o da bizde fazlasıyla var. Ben diyorum ki, isteyene saati bin liradan satalım bu muhabbeti. Telefon kaydı falan alalım mesela. Sonra da satalım. Bir ortama falan giderlerse desinler ki ‘açalım da şu Yunus, Umut, Celal ve Ömerin sohbetini dinleyelim.’ Parasında değilim aslında ama neylersin ki içim acıyor onları böyle görünce…” 


Ortama çiğdem takviyesi gelince bir canlanma oluyor. Yunus Hocam, “keşke şöyle yere bir kilim serip de sırtımızı duvara vererek sohbet etsek” diyor. O böyle deyince aklım Diyarbakır’a gidiyor ve hemen Şakiro’dan bir klam açıyorum. Celal Hoca da Yunus Hoca da dilinden anlıyorlar Şakiro’nun ama daha çok, sözlerindeki hüznü anlıyorlar. Bir yere ait olmaklıkları, onları işte böyle, bin kilometre uzakta bile olsa bulup yakalıyor. Şaşırıp, “Xelîl, hele bize bir taze çay daha gönder” diye sesleniyorum pansiyondan içeri. Oysa Xelîl, Diyarbakır’da kaldı. Şimdi Manisa’dayız. Öğrenciler gibi ben de dönüp Spil Dağı’na bakıyorum. Onlardan tek farkım galiba; neyin hasretini çekiyor olduğumu bilmek.



11 Mayıs 2024

Gültepe