Çocukken inandığım her şeyin bir yanılsama olduğunu fark ediyorum, çocukluktan uzaklaştıkça. Çocukluğum artık geride kalırken gerçeklik algımın tepetaklak olduğunu anlıyorum. Gerçekliğine inandığım hatta emin olduğum her şeyin asla gerçek olmadığını, asla da olmayacağını fark ediyorum.
Tüm insanların gri olduğunu zannederdim mesela. Hiç kimsenin siyah olamayacağını. Oysa sahiden gözlerindeki karanlıkla tüm aydınlığı karartan, bir parça aydınlık taşımayan insanlar varmış. Ya da dağlar aşıldığında bambaşka diyarlara ulaşılacağını, dağların öte yanında bambaşka hayatlar olduğunu zannederdim. Oysa şimdi o dağın tepesinde, dağların ötesine bakarken dağların aslında bir simetri çizgisi olduğunu, bu yanında ne varsa öte yanında da onun olduğunu görüyorum. Dağın tepesinde geçmiş insanlığı, yaşayan insanları, tüm geçmiş ve geleceği izliyorum hayal kırıklığıyla. Hayal kırıklığımın sebebi sadece dağların öte tarafında umduğum düş diyarlarını bulamamam değil. Herkesin inandığı bir gerçeğinin olması, herkesin bu gerçeğe sıkı sıkı bağlı olması. Benimse hiçbir gerçeğim yok elimde. Ellerime baktığımda dağların öte yanına, düş diyarlarına götürmek için yanıma aldığım, ölmemek için direnen birkaç düşten başka hiçbir şey bulamıyorum. Gelmiş geçmiş tüm insanlığın bir ağızdan bağırdığını duyuyorum: "Hayal dünyandan çık, gerçekleri gör." Kulaklarımı kapatıp kaçıp gitmek, yaşam çizgisinin tamamen dışına çıkmak geliyor içimden. Tüm bu kalabalığın gerçekler konusunda nasıl bu kadar ısrarcı olduğunu istesem de anlayamıyorum. Bana gerçekleri gör diyorlar ama hangi gerçekleri? Neyin gerçek neyin yanılsama olduğu nasıl anlıyorlar? Gerçek olduğuna inandıkları şeyin aslında bir manipülatifin yalanları olmadığına nasıl emin olabiliyorlar?
Sorularıma bir cevap alamayacağımı biliyorum ama bildiğim bir şey varsa, gerçekliğinden emin olduğum her şeyin sonunda bir yanılsama olduğunun ortaya çıktığı. Aynı ağızdan bağıran tüm insanlığa rağmen ben hep düşlere, hayallere inanacağım.