Orwell'in romanı belli bir gerçekliği yansıtmanın dışında, gelecekte karşımıza çıkabilecek bir baskı rejimi tipini de en sert bir biçimde anlatma ve aktarma gayretinde idi. "1984"te anlatılan dünya hiçbir zaman tam anlamıyla yeryüzüne hakim olamadı gerçi, onun ancak belli ölçüde Doğu Bloku ülkelerinde görüldüğü iddia edilebilir.
Yaşadığımız hayatın sıradanlığına, tekdüzeliğine; bununla birlikte bu durumu değiştiremeyecek kadar aciz ve güçsüz oluşumuza; bu acziyetin bizi üzmesine karşı, başımıza gelecek her sıra dışı olayı büyütür ve abartırız. Böylece hayatımızı, gerçek hayatımızı; tarih sahnesine yani unutulmayacaklar sahnesine taşıdığımızı düşünürüz.
Geçmişte baskı rejimleri tarafından soykırıma uğrayan milletler, topluluklar veya savaşın acı yüzüyle karşılaşıp yurtlarından apar topar göçmek zorunda kalan insanlara kıyasla bugün daha "şanslı"yız. Belki bu durum, bize geçmişe karşı bir ikiyüzlülük ve bugün için bir nankörlük hakkı veriyordur.
Bugün gezegenimizde Orwell'in söz konusu romanındaki türden bir baskı rejiminin görülmediği muhakkaktır. Şu an dünyada demokrasi ve insan hakları kavramlarının beslediği bir güruh diktası var. Yani şikayet edilecek bir kölelik, kısıtlanma durumu varsa bunu insanın kendi kendisinin kölesi yapması olduğu söylenebilir.
Galiba "1984" romanındaki "Büyük Birader" tipi liderlerden çok korktuk, çekindik. Stalin'den, Hitler'den, Mao'dan kaçtık derken Trump'a, Macron'a, Paşinyan'a takıldık. Canavarlardan kaçalım derken kendi ellerimizle canavarlar yaratıp onları büyüttük. Üstelik şimdinin canavarlarının ellerinde silah olarak kullanılan kavramlarla, bizim kendimize kalkan edindiğimiz değerler aynı şeyler olma yolunda -hatta belki oldu da-.
Aşırı sağ -dünyada- neredeyse on yıldır kendini yüksek sesle ifade etme imkanı buluyor, üstelik bunu eskiden olduğu gibi asker başta olmak üzere vesayet alanlarını kullanarak yapmıyor da. Kitlelerin öcü olarak gördüğü eş cinsellere, kadın aktivistlere ya da kısacası kolayca marjinalize edilebilecek her kesime saldırarak yapıyor. O kadar çok insanı manipüle ediyor, korkutuyor ki sonunda eskisi gibi baskı rejimlerine hiç gerek kalmıyor, çoğunluk yönetimi olarak adlandırdığı demokrasi yetiyor da artıyor ona.
"1984" tarzı baskı ve kontrol mekanizmasının kurulmasının, koronavirüs ile mücadele eden devletlerin bunu bahane ederek atacağı adımlar doğrultusu sonucunda mümkün olacağını iddia eden "komplo teorisyenleri"yle dalga geçen aydın ve eğitimli insanlarımız, özgürlükleri kısıtlayıcı kararlar alınmaya başlayınca Orwell'in adını ve anlatmak istediklerini ağızlarından düşürmez oldular. Oysa bu türden bir dünyanın neredeyse on yıldır temelleri atılıyor. Dünyayı algılamada uzlaşılmaz karşıtlıkların varlığını ön-kabul ederek işe başlayan taraflarca yapılıyor bu hem de. Bazen kültürel solcular, bazen aşırı sağcılar başrole geçiyor o kadar. Bizden, yani tek derdi yaşamak olanlardan istedikleriyse tarafımızı seçmemiz.
Bu kesimler bir taraftan bu uzlaşmaz karşıtlıklar yoluyla insanları şiddete, kavgaya, birbirlerini linç etmeye "itiyor", öte yandan kendilerine has yöntemlerle bir baskı rejimi kurmaya hazırlanıyorlar. Kimisinin yöntemleri demokrasi, insan hakları, özgürlük ve eşitlik gibi kavramların içini boşaltarak işe koyulmak oluyor; bir başka kesiminse güvenlik, toprak, kültür gibi kavramların en hiddetli bir savunusunu yapmak oluyor.
Öyleyse "1984" dünyasında güdülen insanlardan olmak istemiyorsak yapmamız gereken; konuşulan, tartışılan kavramların ne anlama geldiğini iyi anlamak ve belki de onları yeniden tanımlamak.