Şanlı şerefli Türk ordusuna adım attığım henüz bir ay olmuştu. Eğitimi en sevdiğim şehirde alıyordum, bana göre dünyanın en güzel şehri: İstanbul. Hafta sonu olduğunda en erken ben kalkardım. Ampul gibi askerî öğrenci olduğum belli oluyordu. O hafta Tuzla’dan Üsküdar’a, oradan da Sultanahmet’e gidecektim, planım buydu. Boğazda güzel bir kahvaltının üstüne vapurla karşıya geçtim. Sade bir kahve içip öğlen ettim. Meğer ben; saygının, edebin, saf güzelliğin vücut bulmuş haliyle karşılaşmaya gidiyormuşum ama söyleseler dahi inanmazdım, dünyadan haberim yokmuş. Hava hafif kapalı, Gülhane’den Sultanahmet’e doğru yavaş yavaş yürüdüm. Oturup etrafa baktım. Milyonlarca insanın bulunduğu şehirde binlerce ülkeden insanlar ne yapıyorlar burada, ben şu an neden buradayım diye varoluşsal sorularla kafamı oyalıyordum. Bir film veya dizi sahnesi değildi ama, onu gördüm. Gözümde gözlüklerim vardı, ona baktığımı görmüyordu bile. Yan profilden gülüşünü gördüm, Ayasofya’ya doğru gülüşü vardı ki onun gülüşüne bakıp ben de güldüm. Kalktı, gidiyor. Yanına gitsem ne diyeceği belli değil; düzgünce, nazikçe söylesem alacağım tepkiyi kestiremiyorum. Daha önceden ne böyle oldum ne de birinin yanına gitme cesareti gösterdim. Malum askerî okuldayım, bana geri dönüşü ne olur diye kafamda seksen tane tilki döndürüyorum. Herkesin şerefi, onuru var, kırmamak gerek diye düşündüğümden oturdum kaldım ama aklım onun peşinden gidiyor. Hayatımda yapmadığım bir şeyi yaptım. İlkel bir yer bildirme programından şansımın binde/milyonda bir olduğunu bile bile yer bildirdim. Dakikalarca aradım, yoktu. Yakınımdaki yerlere bakıyorum, orada da yok. Gitti dedim. Sevmeye sevilmeye ihtiyacım olduğundan değil, gerçek manada vurulmuştum. Uzun boyluydu. Tam ümitlerimin tükendiği yerde bir kahve dükkanında yer bildirdim. Bildirdiğim yerlerden birine bile gitmedim. Oturduğum yerden gittiği istikametteki her mekanda yer bildiriyorum. Ajan olsam bu kadar olurdu ancak. Buldum, o da bir kahve dükkanında kahve içiyormuş. Bu sefer kendime şans tanımalıyım dedim, gittiğimde orada yoktu. Belli ki al-götür servisi yapmış. İsmi de belli değil, sadece fotoğrafı var profilinde, elimde başka hiçbir veri yok. Ha profilinde de şöyle yazıyordu: “Tanış olmak istemeyen kullanıcı, dm ❌”. Bak bak, öz güvene bak. :) 


Akşam oldu, okula döndüm. Sefere çıkar gibi mesaj attım, dedim böyle böyle, öyle böyle değil. Tabii asker olduğumdan bir ön yargı (çapkın olurmuşuz); işte İstanbul’da el ele gezemezmişiz, hayatında birini düşünmüyormuş. Tamam, dedim, hepsine saygım sonsuz, e acelem de yok. Zamanla samimiyetime inanarak bir kahve içmeye ikna oldu. Akıllı kız, kendine şans tanıdı tabii ama ben daha istekliyim çift olma konusunda. Hiç unutmuyorum o günü. Evleneyim, çocuğum olsun yine unutmam. O Göztepe’den, ben Tuzla’dan 1 saat için buluştuk Maltepe’de. Metro istasyonunun yanında salaş bir kafede çay içtik. Ben şokum, o benden de şok. Niyetimi belli ettim, anlattım. Zamanla daha sık görüşmeye başladık, en sonunda mezuniyetimde orta sıralarda bir yerde beni arıyordu gözleri. Tıpkı ilk gördüğümde benim gözlerimin onu aradığı gibi. Ben hayatımda bu kadar hanımefendi, bu kadar edep timsali, bu kadar anlayışlı bir kişiyle tanışmadım. O da öğretmendi. Ayrıca fazlasıyla kültürlü; tasavvuf, sanat ve edebî açıdan da donanımlıydı. İstanbul’dan ayrılıp göreve gittikten sonra iki kez görüşebildik. Mesafelerin ve iş yoğunluğunun getirdiği sorunlar, çeşitli anlaşmazlıklardan dolayı ben pes etmek istedim. Sevmediğimi söyledim. Aslında sevmiyor değildim. Ama öyle olmak zorundaydı. Hayatımda çok pişmanlık yaşayan biri değilimdir fakat keşke öyle olmasaydı diyorum. Her gittiğim operasyonda, görevde ve cephede onun bana olan sevgisi kalbimin özel bir yerinde durdu ve hissettim. Sizlerle bunları paylaştım. Ama bu hikayede hata tamamen benim. Hoşça kalın.