Adaletten yoksun bir dünyada düzeni suçlamak kolaydır. Tanrı’yı suçlamak belki daha da kolaydır. Cesaret isteyense kendi düzenini kurup kendi kendinin tanrısı olmayı seçmektir. Vito Corleone’nin yaptığı da tam olarak budur: Göçmenleri gettolarda kapalı tutup öğüten çarkı bir tetik çekişiyle durdurup önüne koyulan tüm engellere meydan okumak. Boyun eğmek yerine yanlış yollarla da olsa mücadele etmek. Belki de bundandır Corleoneler’in öyküsünün yılların eskitemediği bir efsane haline gelişi; işin sırrı Mario Puzo’nun okuyucunun empati kurabileceği, sempati duyabileceği bir karakter kurgulamış olmasıdır.


Muhtaç durumda olana yardım etmeye her zaman hazırdır Vito Corleone; karşılığında tek beklediğiyse saygı ve koşulsuz sadakattir. Kendi kurduğu oyunun kuralları çerçevesinde bakılırsa adil davranmadığı ya da ilkelerini çiğnediği görülmemiştir asla. Günümüzde alışılagelmiş, enseye ya da şakağa tabanca dayayıp kükreyerek tehditler savurmak gibi mafya klişelerinden uzaktır tavırları. Alçak ama içe işleyen bir viski-sigara sesiyle kurar zekânın ve mantığın derin izlerini taşıyan cümlelerini. Son noktaya kadar uzlaşmaya ve ikna etmeye çalışır. Sicilya geleneklerini ve kültürünü unutmayacak kadar köklerine bağlı, aynı zamanda Alman-İrlanda kökenli kimsesiz bir Amerikan çocuğunu evinde büyütüp ailenin “consigliori”si yapacak kadar açık görüşlüdür. Acımasızdır, ama küçük yaşta kendini içinde bulduğu hayatın şartlarından daha acımasız değildir. Bu vurucu karakter yalnızca ilk kitapta ve dolayısıyla ilk filmde (ikinci filmde gençliğine yapılan flashback dışında) yer almasına karşın, kişiliği, kararları, söylemi ve düşünceleriyle sonradan gelişen olaylar ve atılan adımlarda da etkisini göstermeyi sürdürür, bir bakıma onun çizdiği figür kanlı destanın belkemiğini oluşturur. Öyle ki Michael Corleone başta olmak üzere ailenin tüm çocuklarını onunla karşılaştırma gereksinimi duyar okuyucu, Mario Puzo da incelikli karakter ve psikolojik durum çözümlemeleriyle bekleneni verir.


Ancak elbette The Godfather üçlemesinin dünya çapında bir fenomen olmasında en büyük etken kendi de İtalyan asılı olan usta yönetmen Francis Ford Coppola’nın başyapıt niteliğindeki beyazperde uyarlamasıdır. Serinin ilk filmini izleyip de Marlon Brando’nun boğuk ve buğulu sesini, en büyük oğlunun ölümü üzerine diğer yeraltı krallarına hitap ederkenki mağrur ve karizmatik tavrını, Al Pacino’nun Solozzo’yu vurduğu anda hırs ve dikkatle kocaman açılmış gözlerini, Diane Keaton’ın kocası yeni Don olarak ilk saygı gösterilerini kabul ederken yüzünde beliren dehşet ve acı ifadesini, James Caan’ın Santino rolünde girdiği öfke krizlerini hatırlamayan var mıdır?


Özellikle de Al Pacino’nun şöhret basamaklarını tırmanmasında The Godfather’ın payı azımsanamayacak kadar büyüktür. Filmin başrolünde onu görmeye hiç de istekli olmayan yapım şirketinin Pacino’yla çalışmaya ikna olmasının nedeni de Coppola’nın ısrarlı çabalarından başka bir şey değildir. Usta yönetmen döktüğü diller yetersiz kalınca yapım ekibine Pacino’nun ilk önemli rolünü oynadığı The Panic In Needle Park’tan bir kesit izletmiş, istediği oyuncuyla çalışmak için elinden geleni ardına koymamıştır ve söylemeye ne hacet, bunun için de ayrıca bir teşekkürü hak etmektedir. Ya Pacino için ne ifade etmektedir kariyerinin bu en önemli kilometre taşı? İsterseniz bunu anlamak için aileden Sicilyalı karizmatik oyuncunun bir röportaj sırasında söylediklerine kulak verelim: “Film setinde ne zaman Brando’yla burun buruna gelsem kıpkırmızı olup, anlamsızca gülmeye başlıyordum. Daha on bir yaşında bir çocukken sinemada İhtiras Tramvayı’nı izlediğim günleri anımsıyordum çünkü...” Peki Michael Corleone karakterine yaşam üflerken onu en çok zorlayan neydi? Yine aktörün aşağı yukarı kendi cümleleriyle yazalım: “Aile meselelerine hiç bulaşmamayı seçmiş o masum genç delikanlıyı eli kanlı bir mafya babasına dönüştürmek... Bunu nasıl yapacağıma akıl erdirememiştim.”


Michael Corleone! İkinci filmden bir sahne var şu an gözümün önünde: Vito Corleone’nin gençlik yılları, yani bir başka dev aktör, Robert de Niro. Müstakbel “Don”, mahallenin başına belâ olmuş zorba haraççının üzerine gözünü kırpmadan boşaltır kurşunları, hiçbir şey olmamışçasına sokağın tantanasının içine dalar, yaşadıkları apartmanın önündeki basamaklarda oturan karısı ve üç çocuğunun yanına gider. Henüz bebek olan en küçük oğlunu kucağına alır, yüzüne dikkatle bakar. “Baban seni çok seviyor Michael,” sözcükleri dökülür dudaklarından. Evet, Vito Corleone’nin ailesine bağlı bir adam olduğu kuşku götürmez bir gerçektir, ama sanki Michael’ın gelecekte üstleneceği role dair bir kehanet gizlidir bu bakışlarda ve bu sözlerde. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; Michael, ağabeyleri Santino ve Frederico’dan sonra, kızkardeşi Constanzia’dan, daha çok bilinen adıyla Connie’den önce, “baba”nın İngilizce isim verdiği ilk ve tek çocuğudur. Amerika’da hem yasal, hem güçlü hâle gelme hedefinin, Vito’nun en büyük umudunun simgesidir bu üçüncü erkek çocuk.


Genç göçmen de sanki Michael’ın omuzlarına binecek sorumluluğu sezmiş gibidir. Sicilya topraklarında Andolini ailesinin üzerine saldırmış kan davası lanetinden kaçıp, yanında soyadı olarak yanlışlıkla kayda geçen doğduğu kasaba Corleone’nin isminden başka bir şey olmaksızın Sam Amca’nın kollarına bırakan küçük Vito, büyürken bir şeyi çok iyi öğrenmiştir: Kucak açarken güçlü olan bu kollar yumruk atarken daha da yamandır. Bu koşullar altında yapılabilecek en doğru şey ise, bu yumruk tarafından ezilmeden kendi yumruğunu masaya vurmak, kendi kurallarınla oynayacağın bir oyun dünyası yaratmaktır. Peki, bu yeraltı krallığı oyununu ebedî kılmak mıdır Vito’nun hedefi? Buna olumlu yanıt vermek kitapta ve filmde vurgulanan en önemli noktalardan birini ıskalamak olurdu herhalde. Hedef, en üst noktaya geldikten sonra yeraltının karanlığından sıyrılıp yasal ve “temiz” hayatın gün ışığına çıkmaktır; Corleone ailesinin gelecek kuşakları avukatlar, doktorlar, sanatçılar, hatta ve hatta cumhurbaşkanları yetiştirmelidir. Bir başka deyişle karanlık tarafta kalmak, hiçbir koşulda ezilemeyecek kadar mutlak bir güç elde edene kadar mübah, sonrasındaysa neredeyse günahtır. “Baba”nın sık sık tekrarladığı gibi, bir insanın yaşanacak yalnızca bir tek kaderi vardır ve bu kara büyüyü olabilecek en avantajlı biçimde kullandıktan sonra bozma sorumluluğunu üstlenmek de adeta Michael’ın alın yazısıdır ki o bundan kaçmak için elinden geleni yapar.


Hikâyenin başlarında genç adam ailenin kara koyunudur, öyle ki saf, naif ve korkak Fredo bile aile işleriyle çok daha yakından ilgilidir. Adının ilham edeceği şekilde tam bir Amerikalı olmuştur Michael, üniversite diploması aldıktan sonra deniz kuvvetlerine katılmış, Pearl Harbor saldırısı akabinde Japonlara karşı savaşmış, eğitimi sırasında tanıştığı genç, zeki ve çalışkan taşra kızı Kay Adams’la (Keaton) evlilik planları kurmaktadır. Ne var ki, hayatın onun için başka planları vardır. Aile meselelerine karşı bu kayıtsızlık ancak babasını hastane yatağında ölümle pençeleşirken tamamen korumasız bırakılmış halde görünceye dek sürebilecektir. Michael, hırslı ve açıkgöz uyuşturucu tüccarı Solozzo’ya ve yandaşlarına sıktığı kurşunla kanlı dünyaya girişinin de start atışını yapmıştır bir bakıma. İkinci kaçış denemesini ise ortalık durulana kadar gözlerden uzak olmak için gönüllü sürgüne gittiği Corleone kasabasında, babasının memleketinde yapacaktır.


Bu kaçış denemesi için kapıyı aralayan şey ise, The Godfather denince pek de akla gelmeyen “aşk”tır. Michael, dağ bayır gezip avarelik ederken görüp vurulduğu, Sicilyalılar’ın yerel deyişiyle onu “yıldırım çarpmışa” çeviren badem gözlü güzel köylü kızı Apollonia’da onu yavaş yavaş içine çeken karanlık hayata karşı koyacak bir ışık, bambaşka bir yaşam kurmaya yönelik bir umut bulur. Onu hemen ailesinden isteyip evlendikten sonra da verdiği karardan hiç pişmanlık duymaz, ancak ne yazık ki bu mutluluk Apollonia’nın genç bedeninin Michael’ı hedef alan bir bomba yüzünden paramparça olmasıyla son bulur.


Kaderin oku bu kez hedefi tam on ikiden vurmuştur; zira ilk bakışta çok sert, güçlü ve acımasız göründüğü için herkesin yeni Don gözüyle baktığı Santino gereken soğukkanlılığa ve öngörüye sahip olmadığını ortaya koyduktan hemen sonra öldürülmüş, yakınında silah patladığında dahi beti benzi atıp titremeye başlayan Fredo’nunsa bekleneceği gibi adı bile anılmamaktadır. O Las Vegas’ın ışıltılı dünyasına sığınıp bir “ladies’ man” olma yolunda ilerlerken, Michael’ın yapması gereken açıktır: Amerika’ya dönüp güçten düşmüş Don’dan aldığı görüşler doğrultusunda ailenin sorumluluğunu üstlenmek.


Babasının ölümüyle daha da büyüyen bu sorumluluğu yıllarca en iyi biçimde yerine getirmeye çalışan Michael, babasının mantığından, zekâsından, soğukkanlılığından, ileri görüşlülüğünden, uzlaşma becerisinden az çok nasibini almıştır, ancak Don Vito’nun kusursuz bir şekilde başardığı tek bir şeyde yetersiz kalır ki o da ailesini bir arada tutmak olur. Kay Adams Corleone, The Godfather serisinin genelinde tüm kadınların olduğu gibi nispeten geri planda kalmış bir karakterdir, ama saf ya da kişiliksiz görünmeye de yanaşmaz Michael’a olan aşkına rağmen. Kocasının bir türlü eyleme geçmeyip daima lafta kalan yasallaşma vaatlerinin zorladığı sabır kotası kendinin ve çocuklarının da uyuduğu aile evini hedef alan silahlı saldırı ve bunun sonrasında başlayan hapis hayatıyla sonuna kadar dolar; böylece Kay, yıllar önce tanışıp sevdiği adamı tanıyamaz hâle gelip, bunu sindiremeyerek evliliğini bitirir.


Apollonia ve Kay karakterlerinin olayların akışındaki etkisine ve Mario Puzo’nun ailedeki erkekleri kadın gözünden de anlatabilen usta kalemine bakılırsa, kadın karakterlerin biraz geri planda kalsalar bile önemli oldukları söylenebilir ki bu durum ikinci filmde karı-koca, üçüncü filmde baba-kız ilişkisi çerçevesinde açıkça görülmektedir. Küçük kardeş Constanzia’nın ağabeyleriyle ilişkilerine dair kısımlar da eserin kilit noktaları açısından oldukça önemlidir, zira genç kadının Santino vasıtasıyla tanışıp evlendiği Carlo Rizzi ailenin arkasından iş çevirip Santino’nun ölümüne sebep olur; bunu anlayan Michael da onu duraksamadan öldürtür, sevilen ve kollanan kız kardeş artık aynı zamanda aile düşmanının dul karısıdır. Constanzia içinse sevgili ağabeylerinden biri kocasının kurbanı, diğeriyse kocasının, çocuklarının babasının katilidir. Serinin son bölümünde Michael artık kaybettiklerinin değerini anlamış, telafi ve yasallaşma yolunda kararlı adımlar atmaya başlamış olsa da, yeni nesilin hırsları başta olmak üzere önüne bir çok engel dikilecek ve kendinden uzaklaştırdığı karısıyla gaddarca öldürttüğü ağabeyinin acı dolu pişmanlığına bir de kızını kaybetmenin acısı eklenecektir. Evet, su testisi su yolunda kırılır, fakat Michael sürekli yanlış testilerin kırılmasını engelleyemediği gibi birini de kendi kırmış, “annesinin oğlunu” öldürmüştür ve suçluluk duygusu ölünceye dek durmadan içini kemirecektir.


Babasının doğduğu topraklarda, sessizce, kimse duymadan, kimse görmeden, yapayalnız ölür Michael Corleone. Sicilya’nın yakıcı güneşinin altında iki büklüm oturduğu sandalyesinden yavaşça devrilerek. Artık destanın son satırı da yazılmıştır ve Don Michael Corleone’nin diğer bütün cesetlerden farksız cesedi gözlerimizin önünde yere serilirken ilk kitapta Kay ile anne Corleone Carmela arasında geçen unutulmaz diyaloğu hatırlarız: “Niçin her sabah erkenden kalkıp kiliseye gidiyorsunuz? Katolik mezhebinden olanların bunu yapması zorunlu mudur?” diye sorar Protestan olarak vaftiz edilip evlendikten sonra Katolik olan Kay. Mamma Corleone parmağıyla yeri işaret eder ve kırık İngilizcesi ile yanıtlar: “Kocam oraya gitmesin diye.” Bu kez parmağını göğe doğru kaldırır: “Oraya gidebilsin diye dua ediyorum her sabah. Tanrı günahlarını affetsin.”


Biz de bir nevi dua ederiz o an ekran başında. İnansak da inanmasak da... Nedenini anlamaksızın üzülürüz Michael Corleone’nin hâline. İstemeden içine çekildiği kaderine lanet eder, bir katile acıdığımız için içten içe kendimize kızar, bir yandan da Puzo’ya, Coppola’ya ve tüm oyunculara teşekkür ederiz binlerce kez. Ekranın başından kalkarken içimizden gelen yegâne şey, Michael’in tam da devrilip kaldığı yerde öylece durup, bu muhteşem esere bir dakikalık saygı duruşunda bulunmaktır.