Hayallerini idama götüren duygusuz, mimiksiz, tüm hislerden arınmış bir gardiyandı o. İdam sehpasının o can acıtan rengini bile göremeyecek kadar kör olmuştu. İçinden gelmiyordu dönüp kelepçelediği ellere bakmak. Kendi yansımasını görür diye ödü kopuyordu.

Hayallerini pencereden aşağı itmişti. Boşluğa düştükçe rahatlıyor olduğunu sanıyordu ama kalbi her aşağı ittiği hayalle bir kez daha parçalanıyor, kırıklarsa sağlam olan yerlerine batıyordu.

Yatağında küçüldükçe küçülmüştü. Ruhunu birileri ondan koparmak istercesine çekiştiriyordu. Direnmek zorundaydı, bu hayatta gölgesinden daha yakın bir dostu yoktu. İçine çektiği nefes bile bazen fazla geliyor, ciğerlerini söküp atası geliyordu.

Her şeyden bıkmıştı, usulca akan gözyaşlarını pijamasının koluna silmeye çalışıyor, ıslanan yastığı yüzünde garip bir hisle ürpermesine sebep oluyordu. İçeriden gelen sesler yalnızlığına bir darbe daha vuruyor gibiydi.

Derin bir nefes aldı ve saymaya başladı: 1, 2, 3, 4, 5...

Derin derin nefesler aldı.

Burada olduğunu kimse bilmiyordu. İçerde olduğunu keşke bilselerdi! Yavaşça doğruldu, o savaşmak zorundaydı, direnmek zorundaydı, baş kaldırmaya mecburdu. Onun doğasında savaşmak vardı. Gözlerinin bebeğinde astığı o ufak kız sallanıyordu. Sessizce, bu dünyada yokmuş zannedilecek kadar sessizce giyindi. Pek bir albenisi yoktu, hiçbir albenisi yoktu. Ufak adımlarla holü geçti, dış kapıyı açtı. Spor ayakkabılarını bir çırpıda ayağına geçirdi ve kapıyı büyük bir gürültüyle kapatarak koşmaya başladı. Nefesi kesilip ciğerleri pert oluncaya dek okula koştu. Yolda hiçbir şeyi görmedi. Yalnızca gölgesi vardı, o da bir görünüp bir kaybolmuştu.