“Kendi kendime konuşmak beni yenilgiye uğrattı. Sesim çıplak duvara yansıyıp durdu, yüzüme bile vurmadı yalnızlığımı. Senin kahkahalarını dinlemeye öyle alışmış ki kabullenemedi bir türlü, yadırgadı beni. Tıpkı benim gibi. Bak, geldim işte, dayanamayıp geldim. Bir başıma kendim olmayı beceremedim ve geldim.”

 

Her zamankinin aksine sesi çıplak duvarlara çarpmak yerine toprağa, etraftaki tek tük ağaçlara ve mezar taşlarına yayıldı. Kendi kendine konuşmayacaktı bu sefer, bir sürü insan vardı etrafında. Burada kimse ölülerin arasında yapayalnız kalmış bir ölümlüyü yalnızlıkla suçlayamazdı. Yalnız değildi zaten; orada yirmisinde ölen bir genç vardı, şuradaki doksanlarında ölen bir adamdı, az ötede bir bebek yatıyordu, baş ucunda beklediği yerde ise...

 

Evdeki boşluk kendisini rahatsız ettiğinde büyük bir hevesle eşyaları düzenlemeye girişmişti. Ona ait ne varsa, evde kendine ait olmayan ne varsa, canını sıkan ve hayatına gölge düşüren ne varsa kaldırmaya karar vermişti. Nereye kaldıracaktı, onlarla daha sonra ne yapacaktı bilmiyordu, bunu düşünmeye gerek de yoktu şimdi. Evin, hatta hayatın kendisine kalacağı fikri bile onu hafifletmişti. Son günlerini heyecanla ona da anlatmaya başladı. “Eşyalarını koliledim hep. Kıyafetlerin ayrı bir kolide, kitapların ayrı bir kolide, o çok sevdiğin satranç takımınla benim okumama izin vermediğin yazıların ayrı bir kolide... Hepsini tam da senin yapacağın gibi düzenleyip öyle kutulara yerleştirdim. Ama sen burada olsaydın kesin bir şey bulurdun yine. Baştan savma yapmakla suçlardın beni, özensiz ve umursamaz derdin. Sonrası zaten malum: Bağırmalar, çağırmalar, ileri gidip ağlatmalar ve ağlamalar. Bile bile can yakma hep, bile bile yaraları kanatıp kalp kırma.”

 

Birlikte büyümelerine, bir zaman sonra da birbirlerini büyütmelerine rağmen birbirlerinden ne kadar da farklılardı. Bu dünyaya birlikte adım atmışlardı. Aynı süreç içerisinde konuşmaya başlamışlar, hemen hemen aynı zamanda yürümeye başlamışlardı. Sonra ilkokul sıralarında alfabeyi birlikte sökmüşlerdi, ortaokul yıllarında aynı kitapları okuyup aynı sonlara ağlamışlardı, lisede dersleri birlikte ekmişlerdi, üniversitede birlikte büte kalmışlardı... Hayatlarının her evresinde kendilerine tamamen zıt olan diğer yarıları yanı başlarında durmuştu. Bu aynı yaşantı içinde onları farklı kılan neydi bilmiyordu fakat dünyaya birlikte attıkları bu adımı sonlandırırken o bir başınaydı işte. İlk andan itibaren evreni birlikte keşfeden, her şeyi birlikte tecrübe eden iki kardeş ilk defa ölümü ayrı ayrı tecrübe edeceklerdi.

 

Yutkundu, sessizlik çöktü etrafa. Doğa da sanki onu cümlesini bitirmesi için bekliyordu; ağaçlar, kuşlar, caddeden gelen araba gürültüleri, herkes ve her şey nefesini tutmuştu, çıt çıkmıyordu etraftan. Onun tüm bunlara itiraz edeceğini biliyordu, biraz da bu yüzden susmuştu. Belki nasıl olacağını bilmediği bir şekilde geri gelir ve bir cevap verirdi kendisine. Haksızlık ettiğini söylerdi kesin. Ya da bu sefer gerçekten de beğenirdi, takdir ederdi onu kim bilir?

 

“Biliyor musun bence hayatım boyunca en baştan savma yapmadığım iş bu oldu. İlk defa kendimi bir işe bu kadar adadım. Kendimi o kadar çok kaptırdım ki eğer görseydin beni, boş vermişlikle suçladığın günler için özür dilerdin benden.” Çok kısa bir an yüzünde belli belirsiz bir tebessüm oluşmuşsa da hemen silindi. “Ben de tam bu sebepten bu kadar önemsedim bu kolileme işini. Çünkü beni artık düzeltemeyeceksin, eleştirip değiştirmeye çalışamayacaksın. Yapıp ettiklerime, düşüncelerime müdahale edemeyeceksin. İşte ben de özgürlüğün bana verdiği sorumsuz olup olmama hakkıyla bu işin üstesinden geldim. Sana dair ne varsa ortadan kaldırdım.”

 

Öleli ne kadar olmuştu emin değildi. Bir sene dolmuş muydu acaba, belki altı ay bile yoktu. Zaman kavramı onunla yitip gitmişti. Aylar, haftalar ve günler mezarın bir köşesine ilişmiş, bir köşede usulca yatıyordu onunla. Hafızasını zorladı, o günü en çok da o ânı yeniden yaşamaya çalıştı ama en ufak bir şey bile yoktu. Geçmişine dair her detayı hatırlayan birisi için yakın geçmişi hatırlayamayışı pek de iyi bir şey değildi. Birden baş ucunda oturduğu kişi de olmak üzere etrafındaki ölülerin kendisini ayıpladığını hissetti. İnsan birlikte büyüdüğü birinin ölümünü nasıl hatırlayamazdı? Vurdumduymazlık değil de neydi bu? Kendisini dinleyenlerin dikkatini dağıtmak için -aslında daha çok vicdanından kaçmaya yelteniyordu- konuyu yeniden kolilere getirdi.

 

“Koridorun sonunda duruyor koliler. Üst üste dizililer. Merak etme hangisinde neyin olduğunu yazdım üstüne. Hoş, yazmasam da bir şey fark etmezdi ki. Ne de olsa bunun bir anlamı yok bu saatten sonra.” Yanılıyordu, elbette bir anlamı vardı. O toprağın altında olsan bile seni önemsiyorum, demekti bir kere. Ne yapmış olursan ol tüm şikayetlerime rağmen sen hep vardın, hep de var olacaksın, demekti sonra. Evet, belki hayatına karışamayacak, düşüncelerine müdahale edemeyecekti artık ama çok uzun zamandır bunlara maruz kaldığı için onun kendisini yapmamakla suçladığı her şeyi bile isteye kendi yapıyordu şimdi. "Ben artık senin bir gölgen olmak istemiyorum, oradan oraya savrulmak istemiyorum. Ben kendim olmak istiyorum!" diye bağırmıştı ona yıllar evvel. Geldiği noktadaysa bizzat o olmuştu. Bir gölge değildi artık, ölümünün ardından onun yerini almıştı. Kendisi olmaktan çıkmıştı fakat bunun yanında asıl şimdi kendisi olmuştu.

 

Doğduğu ilk andan itibaren onunlayken şimdi hayatına yalnız devam etmek zorunda oluşuna tahammül edemiyordu. O hiçbir detayını hatırlayamadığı zamana dek ölümü düşünmemişti, hatta o an bile ölümü tam anlamıyla idrak edebildiği söylenemezdi. Yok olmaktan ziyade artık tam anlamıyla var olmaya odaklanmıştı. Kimsenin gölgesi olmayacaktı, hayalet olmayacaktı, edilgen olmayacaktı. Var olacaktı, evrende kendi başına kocaman bir yer kaplayacaktı. Fakat gözden kaçırdığı bir şey vardı, o da en az diğer yarısı kadar yer kaplıyordu bu evrende. Onun ölüm tecrübesi kendisinin varlık tecrübesine eş değerdi ama nihayetinde eksik bir tecrübe olacaktı işte. Önce gölge olmaktan şikayetçiydi, var olduğunu hissedemiyordu. Şimdiyse yalnızlıktan şikayetçiydi çünkü var olduğunu hissediyordu.

 

“Kolileri ne yapacağımı düşünüp durdum ama bir türlü karar veremedim. Atmak istedim, yapamadım. Gözümün önünde durmasın istedim ama bir şekilde hep göz önüne koydum. Artık ne yapacağımı biliyorum. Eve gidince karşılarına geçip ağlayacağım. Onlara var olmanın ve geride kalmanın ne kadar mide bulandırıcı, ne kadar ağır olduğunu anlatacağım. Beni cezalandırdığını, giderken yalnız kalmamdan zevk alacağını bile söyleyeceğim hatta. Ama sonra hiçbir şey olmamış gibi gölge olmayı sürdüreceğim, ta ki sen emanetini geri alana dek.”