Uyandım. Dijital saat, 03.17’yi gösteriyordu. Kabus görmemiştim. Tuvalet ihtiyacım yoktu. Bir yerim ağrımıyordu. Susamamıştım. Karanlığa boş boş bakıp niçin uyandığımı anlamaya çalıştım.


Çocukken de böyle gecenin dibinde durduk yere uyanırdım. Gecenin puslu derinliğinde tutunacak bir ses arardım, korkularımı boğacak bir ses. Delice bir hırsla çalışıp ürkünç hayaller üreten zihnimin dikkatini dağıtacak, paranoyaların dallanıp budaklanmasına engel olacak bir ses. Hedef şaşırtacak bir tek ses. Olağan ses. Yoldan bir araba geçse keşke. Üst kattan ayak tıkırtıları gelse. Annem ya da babam tuvalete kalksa. Buzdolabı çalışsa. Hangisi olduğunun önemi yok, bir sese ihtiyacım var, bilseniz ne çok! 


Koridordaki gece lambasının sinir bozucu sarı ışığı kötülük dolu bir boyutun ürkünç gölge varlıklarını taşırdı eve. O lamba, kötülükler diyarından bizim dünyamıza açılan bir kapıydı. Işık titreşti mi bir geçiş oldu demekti. 


Bizimkiler voltaj dalgalanmasından söz etmişlerdi. Bunun üzerine ben de odadaki eşyaların zaman zaman ses çıkardığını konu etmiştim. Sıradan değildi bana göre o tıkırtılar, huzursuzluk bulaştırıyordu. Bu kez de ısı değişimi, genleşme, büzülme gibi acayip şeyler gevelemişlerdi. Onların böyle konuşmasını isteyenler gölge varlıklardı. Evdekiler de biliyordu gerçeği ama konuşmaktan korkuyorlardı. Bilmezden gelerek hedef olmaktan kurtuluyorlardı.


Gecenin karaltılı sessizliğinde odadaki her eşyadan ölesiye korkardım. Gündüz gözüyle tanıyıp bildiğim tüm eşyalar geceyle birlikte başka şeylere dönüşürlerdi. Gerçekte ne olduklarını saklayan hain eşyalar… Beni alt etmek için hepsi de fırsat kollar, tekrar uykuya dalmamı beklerdi sabırla. Uyanıp da onları gördüğüm için sırlarının açığa çıktığını düşünüyor olmalıydılar. Bu yüzden ortadan kaldırılmalıydım. 


Tık, çıt, çat gibi sesler çıkartıyorlardı. Birbirlerine şifreli mesajlar gönderiyorlardı. Gölge varlıklarla birlik olup beni yemek istiyorlardı. Kurtulmanın tek yolu uyanık kalmaktı.


Sabaha kadar uyumazdım böyle gecelerde. Ne zaman ki gün ağarmaya, eşyalar karaltılarından soyunup belirginleşmeye, gölgeler yok olmaya, hain lambanın ışığı etkisizleşmeye başlardı, ben uykuya dalardım. Bu yorucu, yıpratıcı av oyununda kötücül varlıklara yem olmadan sabaha çıkmak büyük başarıydı. 


Saat, 03.22’yi gösteriyordu. Yorgun olduğum halde tekrar uykuya dalamamıştım. Zihnim çocukluk anılarıyla meşguldü. Karanlığa kulak kabarttım. Evin içinde hiç ses yoktu. Dışarıdan da ses gelmiyordu. Sessizlikten kulaklarım çınlıyordu. Odadaki eşyaları zar zor seçebiliyordum. Olduklarından başka türlü görünüyorlardı.


Saat, 03.28’di. Yorganı sert bir hareketle attım üzerimden. Bu saatlerde uyanıp tekrar uykuya dalamamak sinirime dokunuyordu. Doğruldum, terlikleri ayağıma geçirdim, koridora çıktım. Karanlıkta hiç duraksamadan ilerledim, mutfağa geçtim, ışığı açtım. Tavandan başıma dökülen acı aydınlık gözlerimi kör etti. 


Bir elim yüzümde, parmaklarımın arasından bakarak ilerledim. Tezgahtan bardak aldım. Çeşmeden su doldurup içtim. Susamadığım halde su içtiğimden midem bulanır gibi oldu. Elimi yüzümden çektim. Pencereye ilerledim, jaluziyi aralayıp dışarıya baktım. Ağaçların rüzgarda sessizce kıpırdanışı dışında bir hareket yoktu. Bir kedi veya köpek yoktu. Araç geçmiyordu. 


Işığı kapadım, mutfaktan çıktım. Karanlık koridorda ilerledim. Yatak odasına geçmeden önce salona şöyle bir baktım. Sokak lambası salonun karanlığını açıyor, içeriyi alaca karanlıklaştırıyordu. Bir şey aramadığım halde arıyormuş gibi bakınma huyumun kökeni neydi acaba? Çocukluktaki gibi etrafı kolaçan mı ediyordum? 


Tam dönecektim ki halının üstünde el büyüklüğünde bir karaltı gördüm. Aşırı düzenli biri olduğumdan herhangi bir şeyin orada bulunması imkansızdı. Şaşırmıştım. İlerledim. Eğilip nesneyi yerden aldım. Televizyon kumandasıydı. Yatmadan önce neler yaptığımı hızla taradı zihnim. Kumandanın yerde olmasının imkansızlığı sonucu çıktı tarama işleminden. Ama yerdeydi işte. 


Sabah kahvaltıdan sonra açık zihinle daha sağlıklı bir tarama yaparım, diyerek kumandayı sehpaya bıraktım. Yatak odasına geçtim, kapıyı kapadım, yorganın altına girdim. Saat, 03.32’yi gösteriyordu. 


Uykuya dalabilmek için en etkili yöntemi denedim. Gezmeyi çok istediğim yerlerde olduğumu hayal ettim. Sokaklarda tek başıma dolandığımı, günlük yaşama karıştığımı, yeni şeyler görmenin derin hazzını, keşfetmenin doyumsuz lezzetini hayal ettim. Mal, mülk, kariyer, statü, konforlu gelecek planları gibi insana ayak bağı olan ne varsa hepsini elden çıkardığımı. İnsanı ânı yaşamaktan alıkoyan ne varsa hepsini dayatmacı düzenin sadık üyelerine miras bıraktığımı. Yola çıktığımı, hep yolda olduğumu, geri kalan ömrümü yollarda geçirdiğimi.


Mutluydum. Uyku kırıntıları dökülmeye başlamıştı gözüme. Gözkapaklarım ağırlaşıyordu. Sıcacık yumuşaklığa gömülüyordu bedenim. Tüy gibi hafiftim. Uçuyordum…


Tık! Çıt! Çat!


Hı! Biri dürtmüş gibi uyandım. Ne kadar zaman geçmişti ki daha! Saatin yeşil rakamlarını göremedim. Başımı yastıktan kaldırdım. Elimi karanlığa uzattım, birkaç yoklamadan sonra saati buldum, üzerine birkaç kez vurdum. İşe yaramadı. Pili bitmiş olmalıydı. Belki de bozulmuştu. Canım sıkıldı.


Başımı tekrar yastığa koydum. Gözkapaklarım ağırlaşıyordu ki belli belirsiz bir ses duydum. Yanılsama olup olmadığını anlamak için bekledim. Ses tekrarlandı. Başımı yastıktan kaldırıp kulak kabarttım. Gergin sessizliği kurşun gibi delip geçecek sesi bekledim. Arka arkaya birkaç atış daha. İrkildim. Kalbim hızlanmıştı. Yorganın ağırlaştığını hissediyordum.


Olağan, rahatlatıcı seslerden değildi. Bundan emindim. Sesleri bilirdim. Çocukluğum ve gençliğim, geceleri kurtarıcı gibi gelen sesler ile kötücül sesleri analiz etmekle geçmişti. Yanılmam imkansızdı. Ben bir ses uzmanıydım. 


Yorganı yumuşak bir hareketle üzerimden sıyırdım, doğruldum. Terliklere bastım, ayağım boşluğa girmedi. Terlikler ters konmuştu. Hiç ters bırakmazdım. Düzeltip giydim. Bekledim. Sesler arka arkaya, boğuk boğuk yinelendi. Evin içindeydi. Ayağa kalktım. Çocukça bir korku ile yetişkince bir cesaret arasında sallana sallana ilerleyip odanın kapısını açtım, kafamı dışarı uzatıp baktım. Salonun kapalı kapısının ardından belli belirsiz, kesik kesik sesler geliyordu. Işık… Işık da vardı. Kapının buzlu camında bir parlayan, bir sönükleşen ışık oyunları...


Korkudan boğazım kurumuştu, tahta gibiydi. Neler oluyordu içeride? Yatağa dönmek, yorganın altına sığınmak istiyordum. Çocukken çalım atıp alt ettiğim kötülük, rövanş için geri dönmüştü işte. Hep böyle olurdu. Filmlere bile konu olmuştu. Kötülük ölmez, sadece uygun zamanı bekler ve mutlaka geri gelir. 


Artık çocuk değildim, donanımlıydım. Onca yılı boşa geçirmemiştim. Bir gün geri döneceklerini biliyordum. İçten içe buna hazırlanmıştım. 


Harekete geçtim. Salon kapısının önüne gelip bekledim. Buzlu cam, içerisiyle ilgili tüm ipuçlarını bozuyordu. Kapıyı yavaşça aralayıp baktım. Koltuklar, sehpa, halı, diğer eşyalar bir görünüyor, bir silikleşiyor, sonra tekrar görünüp kararıyordu. Sesler bir başlıyor, bir kesiliyor.


Kalbim göğüs kafesimi delicesine dövüyordu. Cesaret bulup kapıyı tamamen açtım. Televizyondan yayılan ışığın parlaklık düzeyi sürekli değişiyor, iç içe geçen ışık oyunları salonu bir doldurup bir boşaltıyordu. Boğuk ve anlamsız sesler duvarlarda geziniyor, alçalıp yükseliyordu.  


Televizyon… Açık… Açıktı. Televizyon açıktı. Çok şaşırmıştım. Nasıl olurdu? Sersem sersem bakınırken kumanda ilişti gözüme. Sehpaya koyarken tuşlardan birine yanlışlıkla basmış olmalıydım. Ben salondan çıkana kadar ekrana görüntü gelmemişti büyük olasılıkla. 


Birkaç ürkek adım attım, televizyona baktım. Görüntü aniden değişti. Ekranda alacakaranlık bir koridor vardı. Kamera ağır ağır ilerlemeye başladı. Açık bir kapının önünde durdu. Kısa bir süre sonra yeniden ilerledi. Benimkine çok benzeyen bir salona girdi. Eşyalar gölge gibiydi. Hepsi de yavaş yavaş belirginleşti. Genişçe bir halı, iki kanepe, pencerenin önünde karşılıklı duran iki tekli koltuk, arada küçük bir sehpa.


Tüylerim diken diken olmuş, gözlerim ateşten toplara dönüşmüştü. Ekranda gördüğüm benim salonum muydu? Yoksa benimkine çok benzeyen başka bir salon mu? Bu kadar benzerlik normal miydi? Olan biteni anlamakta zorlanıyordum. Her şey bulanık ve karmaşıktı.


Arkama dönüp baktım. Televizyondakinin neredeyse aynısıydı gördüğüm. Başımı tekrar televizyona çevirdim. Görüntü yine değişmişti. Tekli koltuklarda oturan iki karaltı vardı. Koltuklar rahatlıkla seçilebiliyordu, oturanlar ise koyu gölgeler gibiydi. Gölgeler yavaş yavaş cisimleşti, seçilebilir oldu. Birisinin başı tavşan, diğerininki kurt, iki vücut oturuyordu. Hayvan kostümlerinin sadece başlarını takmışlardı, altlarındaysa takım elbiseye benzer bir giysi vardı. İkisi de kameraya bakıyordu.


Arkamı dönüp koltukları kontrol etmeye korkuyordum. Ensemde belli belirsiz bir soluk hissediyordum. Oradaydılar sanki, tam arkada! Büyüdükçe büyüyen bir tükürüğü zorla yutkundum. Midemden yukarıya doğru bir ateş dalgası yükseldi. Dizlerimin altı üşüyor, ayaklarım uyuşuyordu.


Kafalar yavaşça birbirine döndü. Kısa bir süre bakıştılar. Kurt kafası aşağı yukarı sallandı. Evet, der gibiydi. Kafalar tekrar bana baktı. Tavşan kafalı yavaşça küçük sehpaya uzandı, eline bir şey aldı. Kumanda! Kumandayı eline aldı, kameraya doğrulttu. 


Salonun ortasında, ayakta, şaşkınlıktan afallamış halde izliyordum. Dehşetten kaskatı kesilmiştim. Ekranın içinden beni görüyor gibiydiler. Derken tavşan kafalı, kumandanın tuşlarından birine sertçe bastı. Ekran karardı. 


Beynimden vurulmuş gibiydim. Titreye titreye arkamı döndüm. Korku soluyordum kesik kesik. Sokak lambasının hafifçe aydınlattığı geniş perdenin önündeki koltuklarda iki karaltı gözüme çarptı. Bir gölge oyununun ortasında iki biçimsiz karaltı… Oradaydılar. Salonumdaydılar. Ekrandaki gibi oturmuşlardı. 


Derken bir hareketlenme oldu. İki koltuğun arasından ortaya doğru uzanan kapkara bir şey gördüm. Kol muydu? Karaltı bana doğru gelmeye başladı, uzadı, uzadı, uzadı. Etrafımda bir tur döndü, sonra ansızsın koluma yapıştı. 


Bağırmak istedim fakat çenem kenetlenmişti. Felç geçirmiş gibiydim. Kulağım uğulduyordu. Karaltı, kolumu sertçe sıkmaya başladı. Kanım çekiliyordu, kolum uyuşuyordu. Kolumu hissedemiyordum. Kulaklarım çatlamak üzereydi. Tavşan kafalı, kumandayı eline aldı; yüzüme doğrulttu. Tuşa sertçe bastı, her şey karardı. 


Sıçradım, gözümü açtım. Saat, 04.57’yi gösteriyordu. Sağ kolumu hissedemedim bir an. Üzerine yatmıştım. Feci halde uyuşmuştu. Yalnızca ellerimi hareket ettirebildim, birçok kez açıp kapadım. İğne batışına benzeyen sızılar saplandı. Yavaş yavaş geçti. Ayaklarım yorganın dışında kalmış, üşümüştü. 


Boğazım tahta gibiydi. Susamıştım. Zar zor yutkundum. Kafamda görüntüler canlandı, söndü, tekrar canlandı, sonra yavaş yavaş silindi gitti. Kulaklarımda hafif bir çınlama vardı. Bitkindim. Uykum kaçmasın diye su içmeye gitmedim. Zorla yutkundum. Bacaklarımı karnıma doğru çektim. Gözkapaklarım ağırlaştı, ağırlaştı, ağırlaştı.


Ses… Ses… Kulak zarlarımda tepinen iğrenç bir sesle uyandım. Alarm çalıyordu. Saat, 07.00’yi gösteriyordu. Birkaç ertelemeden sonra 07.15’te uyanabildim.


Oda aydınlanmıştı. Gecenin karaltılı eşyaları uysal ve zararsız varlıklara dönüşmüştü. Diklemesine duran tabut şimdi elbise dolabıydı. Kapkara suyunda kötücül bir sır saklayan karanlık kuyunun kapağı şimdi komodindi. Yeraltı dünyasına açılan büyük kara kapak şimdi halıydı. Çinlinin tepesi uçmuş şapkası şimdi abajurdu. Yuttuğu kocaman avıyla karnı şişmiş halde karşı köşede yatan yılan şimdi elektrik süpürgesiydi. Tavandan sarkan yağlı urgan şimdi lambaydı. Kapının arkasından sarkan goril şimdi askıdaki pantolondu. Başka bir boyuta açılan gümüş çerçeve şimdi aynaydı. 


Yorganı yırtar gibi attım üzerimden. Doğruldum, bir iki dakika yatakta oturup halının kıvrımlı desenlerine daldım. Terlikleri giydim, koridora çıktım. Aydınlık onu da masumlaştırmıştı. 


Banyoya girdim, çeşmeyi açıp elimi yüzümü yıkadım. Başımı kaldırıp aynaya baktım, gözlerime daldım, hipnotize olmuş gibi öylece durdum bir süre. Kendime gelmek için silkelendim. Elimi yüzümü kurulayıp banyodan çıktım. 


Yatak odasına geçmeden önce salona girdim, etrafı şöyle bir gözden geçirdim. Tam çıkarken gözüm kumandaya takıldı. Küçük sehpada duruyordu. 


Elime aldım, açma tuşuna bastım, içimden saydım. Ses ve görüntünün gelmesi yaklaşık 7 saniye sürdü. Yatak odasına geçip kapıyı kapatmak için yeterli bir süre, dedim içimden. 


Televizyonda sabah haberlerini sunan kadın, cümlesini tamamlayıp sustu. Kıpırdamadan kameraya bakıyordu. Gözlerimin içine içine bakıyordu. Bekliyordu. Karnımda hafif bir kasılma oldu. Kadın hâlâ gözlerini dikmiş kameraya bakıyordu. Yüzüm ısınıyordu. “Evet, haberle ilgili görüntümüzün ekrana yansıtılması sırasında teknik bir arıza oldu sanırım.” dedi kadın sunucu, “Sıradaki haberimize geçelim…”


Televizyonu kapattım. Evden çıkma saatim yaklaşıyordu. Giyinmek için yatak odasına geçtim.


Üst kattan sesler geliyordu. Belli belirsiz konuşmalar, hızlı adımlar, kapı açıp kapatmalar… Apartman merdivenlerinden inenlerin ayak sesleri. Asansör sesi. Yoldan geçen arabalar, minibüsler. Kuş cıvıltıları. Yığınla tanıdık ses. Gecenin açtığı karanlık boşluk aydınlıkla ve seslerle dolduruluyordu şimdi. Gündüzün marifeti buydu.


Dört bir taraftan sökün edip gelen bildik sesleri dinlerken içim durgun bir deniz gibiydi. Kendimi rahat, huzurlu ve hafiflemiş hissediyordum. Derken denizde bir dalgalanma oldu. “Gece olacak yine!”


Dudaklarımı büktüm. “Olsun,” dedim, “geceye daha çok var.”