Hatay, Maraş, Gaziantep, Adıyaman, Diyarbakır, Şanlıurfa yıkılmıştı. Binlerce apartman toz olmuş, on binlercesi hasar almış, binlerce insan ölmüş, binlercesi enkaz altında mahsur kalmıştı... İçimiz yandı... Önce Türkiye sarsıldı, sonra da biz... Böyle elli kolu bağlı duramayız, bir şeyler yapmalıyız diye kıvranıp duruyorduk.

El ver sıkıştım, ses ver daraldım...

Binlerce ton betonun altında kaldım...

Öldüm öldüm dirildim, soldu hayatım, karardım...

Bir umut yaşıyorum, yetiş kardeş, daraldım...

Yardım çığlıkları beynimde, yüreğimde yankılandı durdu. Coştu, sel oldu, kudurdu, derhal yola çıkmalıydık ve öyle yaptık. Yola çıkalı 4 saat olmuştu. Adıyaman il sınırı içerisinde iken heyecanımız daha da artmış, 13 kişilik sağlam ve dinamik bir yardım ve gönüllü ekip ile şehre girmek üzereydik. Kendimizi çok iyi hissediyorduk. Araç radyosuna bağlanarak Sami Yusuf'tan ilahiler salavatlar açmıştık...

Ben de sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam...

Gevher-i la mekan benem, kevn-ü mekana sığmazam...

Gerçi muhiti azamem, adem adımdır ademem...

Tur ile kün fekan benem, ben bu cihana sığmazam...

Tıpkı seçilmişler gibi kendimizi şanslı ve şanlı hissediyor, kardeşlerimize yardım edecek olmanın heyecanı ile coşuyorduk. Karanlıkta ilerleyen 13 ışık hüzmesi gibi yolu aydınlatarak Adıyaman'a varmıştık. Yolda olduğumuz süre zarfında birçok olumsuz haber almıştık. Adıyaman'ın yerle bir olduğunu, iletişimin dahi sağlanamadığını, binlerce binanın yıkıldığını öğrendik. Binlerce insan beton ve moloz yığınları arasında can vermişti ve hala yaşam umuduyla tonlarca enkazın altında kurtulmayı bekleyen canlar vardı. Tüylerimiz diken diken olmuştu. Gözyaşlarımız sel olmuş, gözlerimiz ağlamaktan kızarmıştı. Bu duygu iklimi ekibin bütününe hakimdi. Herkes bir can havliyle zorda kalan kardeşlerinin elinden tutmak kaygısı ve umuduyla bu yola çıkmıştı.

Yol arkadaşlarıma dönerek kardeşlerim, bizler gönüllüler olarak, iyilik erleri olarak yola çıktık... Rabbim yolumuzu aydınlık, bizleri de muzaffer ve başarılı eylesin. 600 atom bombası gücündeki dehşet verici bir sarsıntı ile yerle bir olmuş bu şehre muhtemelen ilk yardım elini uzatanlardanız. Görevimiz kutsal, işimiz ise can kurtarmaktır. Gözyaşlarını silmeye, akan kanı durdurmaya, yanan gönüllülere su serpmeye gidiyoruz... İnanıyorum ki hepimiz bu yolda canını bile vermeye hazırdır.

Elektrik kesintisinden dolayı nereye gittiğimizi anlamıyorduk. Telefon ve internet bağlantıları son derece sınırlıydı. Ara sıra yolumuzu kaybediyorduk. Ekibimiz arasında olan ve lisans eğitimini Adıyaman'da tamamlamış olan Mervan liderimiz bizlere rehberlik ediyordu. Nihayet TMO (Toprak Mahsulleri Ofisi)'ya gelmiştik. Kapının önünde bir düzine asker vardı. İçeri giren çıkanı denetliyorlardı içeri girişimiz kolay oldu. TMO karanlıktı. Bahçesinde hızlı adımlarla ilerliyorduk fakat bazen nereye bastığımızı dahi göremiyorduk. Nihayet nispeten aydınlık olan meydan gibi bir yerde durduğumuzda saat 00.30 idi. Devasa büyüklükte 5 depo yan yana duruyordu. Eski bir tesis olduğu her halinden belliydi. Hava sıcaklığı sıfırın altındaydı ama üşümüyorduk. Bu tesisin şu an dolup taşması, tıklım tıklım insan olması gerekiyordu fakat etrafta çok az insan vardı. Bahçenin köşesinde ateş yakarak ısınan az sayıda insan ve yer yer askerler dikkatimizi çekmişti.

Az sonra sakalları hafiften aklaşmış, tahminen kırkına merdiven dayamış, orta boylu, karizmatik bir adam yanımıza yaklaşarak bizleri karşıladı. İstanbul'dan gelen gönüllü ekibin lideriymiş Muharrem abi. Konuşması insana güven veriyordu. Gerçi içimizden hiç kimsede kaygı ve korku yoktu. Tek korku işe yarayamama korkusu idi. Hissiyatımız o kadar yüksekti ki bize enkazı gösterseler çıplak ellerimiz ile enkazı kamyonlara doldurur, altındaki insanlara ulaşmaya çalışırdık. Muharrem abi işleyiş hakkında bizi bilgilendirdi. Kendi ekibinde 20 kadar gönüllü varmış, bizden bir gün önce gelmişlerdi. 24 saatte 5-6 tır dolusu malzeme indirmişler ve şu an ekibi dinlendirmek için depolarda bulacakları herhangi uygun bir yerde uyumaya göndermişti. Bu nasıl fedakarlık Allah'ım demeden duramadım. Binlerce kilometre yol öteden gelen bu atsız süvariler, depremzedelere bir ses bir nefes olmak için canlarını dişlerine katmışlardı. İman o kadar güçlü bir duygu ki Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te İstanbul'un fethinde, Çanakkale'de insanlar canlarını seve seve Allah rızası için, şehitlik makamı için feda edebiliyorlar. İyi yetiştiniz dedi. Bunu söylerken Gözlerindeki sıcak parıltıyı görebiliyorum. Birazdan bir tır dolusu içme suyu gelecek, bizim görevimiz bu tırı boşaltmak dedi. Sizlerin de yardımı ile hep beraber yapalım deyiverdi. Sesinden ufak bir tereddüt yaşadığını hissetmiştik. Ekibimizin neredeyse yarısı kadınlardan oluşuyordu 13 kişiydik ama bir vücut gibi birlikte hareket ediyorduk. Hep bir ağızdan tır nerede deyiverdik. Ekibimizin göz bebeği Muhammed biz buraya çalışmaya geldik oturmaya değil dedi. Hayatını gönüllü olarak insanların hayatlarına faydalı olmaya adamış Seyithan ise sadece bir tır mı var demişti. Kadınlar, biz hazırız tır nerede, dediler. Herkesin gözleri dolmuştu; enkazın altında kalan anaları, bebekleri, çocukları, nineleri ve dedeleri, yenice evlenmiş çiftleri kurtaramıyorduk. Çünkü yeterli teknik donanıma ve bilgiye sahip değildik. Ama geride kalanlar için elimizden ne geliyorsa yapmaya hazırdık.

O anda TMO bahçesini aydınlatan iki çift far belirdi. Tır gelmişti ve çalışmaya başlama zamanıydı. Aramızdan bazı arkadaşlar bir atmaca gibi hızlı ve kıvrak bir şekilde tıra tırmandı. Karınca gibi güçlü, hızlı ve koordineliydik. Kimimiz tırdan suları uzatıyor, kimimiz indiriyor, kimimiz yerleştiriyordu. Tastamam bir bütünlük ile çalışıyorduk. Bizlerle beraber onlarca melek de kolileri taşımaya bize yardıma gelmişti sanki. Hiç kimse yorulmak bilmiyordu. Kamyonların biri geliyor, biri gidiyordu, 5. kamyonu bitirmeye yakın gün ağarmıştı. Artık biraz dinlenme zamanıydı. Aramızdan bazı arkadaşlar depremden bu yana hiç uyumamıştı. Arabadaki iki saatlik uykudan sonra tekrar uyandık. Yanımızda getirmiş olduğumuz kahvaltı malzemeleri ile kahvaltı yaptık ayaküstü. Gün boyu gelen tırları boşaltmak, ruhumuzda hissettiğimiz derin acıyı bastırmak için kullandığımız bir yara bandı gibiydi fakat acımız çok derindi. Bir türlü içimiz rahatlamıyor daha fazla nasıl yardım edebiliriz diye düşünüyor, bir yandan da çalışıyorduk. Ekibimizin yerel yöneticiler ve STK’ler ve TMO ile koordinesini sağlayan Emine, yardıma İhtiyaç olan bölgeleri belirliyor ve bizleri o alanlara yönlendiriyordu. Ekip olarak iki gruba ayrılmıştık, gelen yardımları araçlarımıza doldurup ihtiyaç duyulan yerlere taşıyorduk. Kıyafet, çocuk bezi, çocuk maması, gıda malzemeleri, hijyen setleri, iç giyim, battaniye, yastık, yorgan, abur cubur, bisküvi, ekmek, kahvaltılık, kuru baklagiller gibi aklınıza ne gelirse ihtiyaç duyulan malzemeleri araçlarımıza doldurduk. O esnada telefonumun titrediğini hissettim. Adıyaman'a yardım için geldiğimi bilen ve depremden yara almadan kurtulan meslektaşım aydın kardeşim arıyordu. TMO’da olduğumuzu biliyordu ve bizi ziyaret etmeye gelmişti. Onu en son Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı Kocaeli Kefken'de bulunan gençlik kampında görmüştüm. Karizmatik bir liderdi ve gençleri çok seviyordu. Mesleğini gurur ile yapıyor, hayat dolu bir insandı. TMO'da bulunanların hiçbiri Adıyamanlı değildi. Her birimiz farklı illerden gönüllü olarak çalışmaya gelmiştik buraya. Depremin dehşetine tanıklık etmiş, depremi yaşamış birini ilk defa görüyorduk. Aramızda 10 metre kadar bir mesafe vardı. Beni görmüş ve görür görmez gözyaşlarını tutamamıştı. Ağlarken göğsü titriyor ve iki eli yanlarda sallanıyordu. Ekip olarak dona kalmıştık. Kimse gözyaşını tutamamıştı. Daha sonra ilerleyip bana ansızın sarılıverdi. Bana o kadar güçlü sarılmıştı ki hıçkırıklarını göğsümde hissetmiştim. Artık ben de onunla ağlıyordum. Bize ne oldu diyordu. Şokta gibiydi... Kıyamet koptu sandık, etrafımızdaki tüm binalar yıkıldı, tüm sevdiklerimiz enkaz altında kaldı... Gözyaşlarımız sel oldu... Ne kadar zaman böyle kaldık bilmiyorum ama güçlü görünmem lazım diye düşünmüştüm. Zor da olsa onu teselli ederek bir yere oturduk. Gözlerine bakamıyordum. Bu günler de geçer, biz biriz... Bak buradayız, dert veren Rabbim sabrını da dermanını da yollar, haydi hatırım için kendine gel, güçlü kal... Çok halsiz duruyordu. Güçten, takatten düşmüştü... Seyithan hemen ona ekmek arası bir şeyler getirdi, zar zor üç lokma yedikten sonra daha fazlasını yiyemedi. Yıkım sadece binalarda olmamış; aynı zamanda yüreklerde, kalplerde, ruhlarda ve zihinlerde de meydana gelmişti... Binaların molozlarını kaldırmak kolaydı ama insanların içindeki enkazı kaldırmak nasıl mümkün olabilirdi? Birden kendine gelmiş olmalı ki siz nasılsınız dedi. Ekip ile tanıştıktan sonra eski güzel günlerimizden bahsettik... Morali yerine gelmişti, az da olsa... Ekip olarak Mardin'den Adıyaman'a gelmiş olmamız ona güç ve destek vermişti. Planınız nedir? Ne yapıyoruz? diye sordu. Yine gözlerim doldu. Bu haldeyken bile hala bir şeyler yapmak derdi ve heyecanı içindeydi. Bize rehberlik yapar mısın, dedik. Yardım malzemelerinin bir an önce sahiplerine ulaştırılması lazımdı. Ondan başkası bize yardım edemezdi zaten. Hemen çıktık TMO’dan. İlahiler, salavatlar ile coşkun nehirlerden akan sular gibi sokaklardan akıveriyorduk. Duymak ile görmek veya bire bir yaşamak arasında dağlar kadar fark varmış diye düşündüm yıkılmış binaların arasından geçerken... Anlatması güç, tarifi olmayan duygular düğümleniyordu boğazımızda. Biz insanoğlunun ne kadar aciz olduğunu gözlerimiz ile gördük, şahit olduk. Hava çok soğuktu, Adıyaman halkı biraz olsun ısınabilmek için gruplar halinde ateşler yakmıştı. Aracımızı bir mahallenin kalabalık bir caddesi üzerine park edip indik. Mümkün mertebe hızlı bir şekilde, genç yaşlı, kadın erkek kim varsa elimizde bulunan yardım malzemelerini dağıtıyorduk. Herkese elimizden ne varsa fazlasıyla vermeye çalışıyorduk ama hiçkimse ihtiyacından fazlasını kabul etmiyordu. Bize lazım değil, siz onu diğer ihtiyaç sahiplerine ulaştırın diyorlardı. Aile fertlerinden birkaç üyesi enkaz altında bulunan bir amca ile sohbet ettiğimizde ise biz iyiyiz Rabbimize şükür, sizi sormalı. Siz nasılsınız, diyordu bizlere. Orada olduğumuz her an duygu yüklüydü. Gözyaşlarımız tekrar sel oldu. Çok zor durumda olmasına rağmen tam bir teslimiyet içerisinde bizim hatırımızı ve ihtiyaçlarımızı soruyorlardı. Tabii her zaman kötü haberler gelmiyordu, bazen bizi sevindiren ve yüreğimizi ferahlatan haberler ile biraz olsun umutlarımız yeşeriyordu. Bunlardan en önemlisi enkaz altından canlı bir şekilde kurtarılan insanlardı. Onlara gerçek birer mucize olarak bakıyorduk. Bizi rahatlatan diğer güzel bir şey ise Adıyaman'a çok büyük miktarda yardım malzemelerinin gelmesiydi. Tırlar şehir merkezinde yol kenarlarında bekliyordu. Bazıları depolanmadan direk ilçelere veya köylere dağıtıma gönderiliyordu. Bizler de bu tırlara eşlik ediyor, yardım malzemelerinin ihtiyaç duyulan lokasyonlara sevkini hızlandırmaya çalışıyorduk. Geceleri ateş başında ısınarak, gündüzleri afet bölgesine yardım malzemesi taşıyarak geçiriyorduk. Yorucu ve tempolu günler geçirmemize rağmen ekibimizde bulunan hiç kimsede en ufak bir yorgunluk veya memnuniyetsizlik emaresi görmemiştim. Sanırım bu bizim gücümüzü de aşan sırlı bir durumdu. Arkamızda ülke sınırlarının da ötesinden milyonlarca insanın duası vardı ve bu bizi hem koruyor hem de güçlü kılıyordu...

Dönüş yolunda iken bir parçamızı da Adıyaman'da bırakıyorduk. Bu yüzden canımız acıyor ve kendimizi eksik hissediyorduk. Bağrı yanan anaları, baharı göremeyen bebekleri, askerlik hayalleri kuran delikanlıları, gelinliğini seçmenin heyecanını yaşayamayan genç kızları, doktorundan mühendisine, pazarcısından profesörüne, zengin fakir, genç yaşlı ayrımı olmadan, koskoca bir halkı yok eden, Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketini görmüştük.

Enkazların arasından sıyrılarak yola koyulmuştuk yine, ansızın bir gece yarısı... Kırıldığımız yerden tekrar yeşereceğiz elbet deyiverdik gözlerimiz yaşlı, yüreğimiz buruk...


Yazan, derleyen, liderimiz, abimiz, yoldaşımız Haluk Gergin.