Kışın orta yerindeyiz ve sıcaklık kimi günlerde neredeyse yirmi dereceyi bulacak. Bu durumun bir felaket habercisi olması gerekirken yağsız göbeklerini ve ince bacaklarını dışarıda bırakan mini elbiseleri ile genç kızlar, kaslarını göstermek için slip tişörtler giymiş delikanlılar; bahar gelmiş gibi bir neşeli, bir hareketli fıkır fıkır kıyı boyunca geziyorlardı.

Kimi sevgilisinin kolunda, kimi üç beş kişilik guruplar hâlinde, kimisi de çoluk çocuğuyla... Âdemoğlu; sıcak havanın dayanılmaz cazibesine dayanamayıp sandalyesini, köpeğini, birasını, sigarasını, cipsini, kahvesini, vesaire içeceğini aldığı gibi kıyıya, parklara doluşmuş adeta. Sadece insanlar mı? Kimi bitkiler ve ağaçlar da yeşil örtüsünü açmak hususunda pek aceleci davranmışlar. Birkaç erik ağacı da heyecan içinde “Aman, geç kalmayalım!” deyip beyaz çiçekli gelinliklerini giymiş, çevredeki çınar ve akasya ağaçlarına nispet ediyor gibiler. Mendil uzatsanız halaya duracak kadar mesut görünüyorlar. 


Son görüşmemizin üzerinden üç gün geçmişti ki dün gece yarısı “Görüşelim mi?” diye mesaj atmıştı. Benden önce gelip Boğaz’a, Marmara’ya ve Tarihî Yarımada’ya sırtını dönmüş oturan Ersin’in karşısına geçip patates çuvalını koyar gibi çektiğim plastik iskemleye bıraktım kendimi. Rıhtımda, Eminönü-Karaköy iskele binasının üst katında İstanbul Kitapçısı’nın terasındayız. Selamlaştıktan sonra bir süre sessizce bekleştik. Beklerken merak içimi kemirip çürütecek sandım.     

Biri açık iki çayı masaya koyduğumda Ersin’e ‘’tam zamanı’’ der gibi bakıp dudaklarımın sol kenarına belli belirsiz hafif bir gülümseme konduruyorum. Bunu fark edince gözlerini kısıp çayından höpürdeterek üst üste iki yudum içti, sol omzunun üstünden Haydarpaşa Garı’na baktı. “Şu görkemli tarihî gara her baktığımda bir zamanlar buradan kalkıp şarka uzanan Kurtalan Ekspresi gelip aklıma takılır.” dedi, aklının yanı sıra bakışları da takılı kalmış hâlde bir süre tarihî gara hüzünle baktı. 

 “Bugün görüşmelerimizin birinden, günün sonunda, defterime çalakalem yazdıklarımdan okumak istiyorum. Yalnız korkarım bu güzel havanın keyfini doyasıya çıkarmak yerine beni dinlemek canını sıkabilir.” dedi. Yuvalarından fırlamaya hazır gözlerle ona baktığımı ve öne doğru masaya eğilmiş kambur hâlimi görünce pis pis gülümsedi. Bakışlarını elinde tuttuğu yeşil kaplı küçük not defterine çevirdi, uzun parmakları ile bir tören havasında beş on sayfa çevirdikten sonra tekrar bana baktı. Bal rengi gözleriyle beni yokladı, içimdeki kurdun bir süre oyalanacağına kanaat getirerek boğazını temizledi ve yazdıklarına dalarak okumaya başladı. 

Bugün havanın bulutlu olması, önceden planladığımız ve heyecanla beklediğimiz orman gezisi kararımıza mâni olamadı. Çünkü ikimiz de bugünü heyecan içinde beklerken ihtimali bir yana yağmurun kendisi dahi bizi aldığımız karardan vazgeçiremeyecekti.

Otomobil ile yarım saat kadar süren bir yolculuktan sonra orman içinde kaybolmuş, birbirinden uzak evleri ile küçük bir köyün olduğu bir vadinin yamacında, ana yoldan elli yüz metre içeride ağaçların arasına arabamızı park ettik. 

Şehrin gürültülü ve kasvetli havasından bunalan, üzerine karabasan gibi çöken kalabalıklardan kaçan, ciğerlerine milyonlarca aracın zehirli egzoz gazları yerine temiz orman havasını solumak isteyenler; engebeli sık ağaçlarla kaplı bu vadide kuşların cıvıltısı eşliğinde yürüyüşler yaparak rahatlamaya çalışıyordu. Biz de vakit geçirmeden patika yolda sohbet ederek yürümeye başladık. Kapalı ve serin hava nedeniyle buranın epeyce sakin olduğunu gördük. Üç beş kilometre kadar süren yürüyüş parkurunda bizim gibi yürüyüşe çıkmış birkaç çift dışında kimseye rastlamadık.  

Bulutların arasında bulduğu küçük çatlaklardan sızan güneş ışınları ağaçların dallarında asılı kalıyor, bize değmeden tekrar kayboluyordu. Sadece gözümüzü değil ruhumuzu da doyuran ve bizi içinde saklayan muhteşem güzellikteki sık ormanda hayret ederek yürüyorduk. Derin hatlarla zihin haritamıza kazıdığımız bu inanılmaz fevkalade güzelliği ebedileştirmek için birkaç kare fotoğraf çekmeyi ihmal edemezdik. 

Göğe uzanan ağaçların gizinde iki can yan yana, mutlu bir hâlde, yorgunluk hissetmeden patika yolu adımlıyorduk. Arada ellerimiz utangaç, kararsız, zarif ve küçük dokunuşlarla birbirine temas ediyordu. Birbirimize temas edecek kadar yakındık ama aramızda bir uzak mesafe vardı sanki. Ne yapmalı, ne etmeli, ince tülden bu duvarı kenara çekmek için? Hazır hâlde bekleyen çözülmeyi başlatacak bir şeyler yardıma koşmalıydı. 

Aşağıda vapurların motor sesine martılar çığlıkları ile karşılık veriyor, vapurlar iskeleden uzaklaşınca Haydarpaşa Garı’nın karşısındaki dalgakıranlara kadar eşlik ediyorlar. Sonra oraya, dalgakıranların üzerine, ritmik bir düzen içinde yan yana sıralanıyorlardı. Kafenin hoparlörlerinden yayılan klasik müzik dışarıdaki kalabalığın uğultusuna ve vapurların koca metal çarklarının köpürterek süpürdüğü dalgaların sesine karışıyor, bu durum bir süre sonra kulaklarımızda doğallığını yitiren rahatsız edici bir gürültü hâlinde tepemizin içinde zonklamaya başlıyordu. Ersin, soğumuş çayından art arda birkaç yudum aldıktan sonra okumaya devam edip etmeyeceğinin kararını almak ister gibi bir süre gözleri kapalı durdu ve nihayet bakışlarını açık defterin sayfalarına çevirdi. 

Yürüyüşü tamamlayıp arabadan sandalyelerimizi, sırt çantalarımızı ve bağlamasını alıp epey aradıktan sonra iki yanında böğürtlenlerin olduğu küçük bir derenin yanına vardık. Yapraklarının çoğunu dökmüş, yarı çıplak zayıf dallarında üç beş kırmızı meyvesi kalmış elma ağacının altına sandalyelerimizi açtık. Bir yandan şarap, eski kaşar ve mezeleri portatif küçük masaya dizerken diğer yandan ince ince çiseleyen yağmura müteşekkir gülümsedik. Hazan mevsimi kendisine yakışanı bizden esirgeyecek değildi ya!

Onun narin, küçük parmaklarında bedenimi ve ruhumu titreten bam telinin tok tınısı ile sarsıldım. Sesinde, Pir Sultan Abdal bilgeliği ile şu yalan dünyaya gelmiş olmanın verdiği heyecan titreşerek akıyordu. Derenin çağıltısına, bağlamanın mağrur hüznünü ve uzak türküleri ortak ediyor; yatağından taşarak akan heyecan seline beni de katıyordu.  

‘‘Ekmek, şarap, sen ve ben, bir de sabahın dördü...” diyen şairi dinledik bir ara; ekmek, şarap, ben ve o, bir de çiseleyen yağmurda. 

Elma ağacından kopardığımız elmanın üzerinde yağmur taneleri vardı ve biz hem yağmur tanelerini hem elmayı ısırırken hiç düşünmeden özgürlük kapısına koşar adım yol alıyorduk. Utangaç ve günaha susamış ateşten dudaklarımızda yağmur taneleri anında buharlaşıyor, şarap ve türkü kokan sıcak nefesimizle birlikte elma ağacının dalları arasında raks ediyordu. Özgürlüğün tadına varmanın tarif edilemez coşkusu ve mutluluğu; tabuları ve yasakları alaşağı etmenin sarhoşluğu ve rahatlığı vardı zihinlerimizde. 

Gözlerim kapalı hiçbir şey düşünmeden sadece onun varlığını ruhuma yedirmeye çalışıyordum; beni benden alan gözlerini, taze tenini, sıcak nefesini, hüzünlü sesini, narin küçük ellerini, kararsız tavırlarını ve ürkek, minik bir serçe gibi çarpan yüreğini sarıp sarmalamak istiyor; ona daha yakın olmak arzusu beni türlü düşlerin peşine sürüklüyordu.  

İyiden iyiye hızını artırmış çiseleyen yağmurda gökyüzü koyu karanlık bir hâl almıştı. Kahrolası şehre dönüş başlayacaktı işte. Şarap ile gevşeyen bedeni tatlı bir rehavete kapılmış olacak, acemi olduğumu bildiği hâlde arabayı benim kullanmamı istedi. Günlerce düşlerini yaşayıp hayalini kurduğum bugünün bitmesini istemedim. Arabayı oldukça yavaş kullanmaya gayret ettim, sarsılmasın ve uyuyabilsin diye. Küçük narin eli avucumdaki iken uzadıkça uzasın, bitmesin istedim yol. Saçının kokusunu, teninin sıcaklığını Seyduna Türküleri tadında kalbime, zihnime ve bedenimin her bir zerresine hapsetmek için daha da yavaş kullandım arabayı. Amerika'nın kayıp halklarından bir müzik grubunun otantik ezgilerine gözlerinin elası karıştı ara sıra. Metin-Kemal’in Zazaki türkülerine şarap kokulu sıcak soluğu ile eşlik etti yol boyunca. 

Defteri kapattığı anda Ersin’le göz göze geldik. Bu bakışlarda mutlu bir insandan çok avucunda tutarken kırmaktan ve incitmekten korktuğu kıymetli bir şeyi sıkıca tutamamanın yarattığı kararsızlığın yanı sıra elindeki değerli varlığı kaybetme korkusunun tedirgin ruh hâli vardı. 

Metroya inen merdivenlerin başında Ersin’le vedalaştık. Aklımda sorularla meydanı geçip deniz fenerine doğru yol aldım.


Yaşadıklarını anlatırken mahrem anlar için neden günah işlemekten ve tabuları yıkmaktan bahsetti? Hani namazında niyazında biri değil Ersin. Bir de ilişki yaşadığı kişi hakkında hiçbir bilgi vermemesi manidardı. Neden kararsızlık yaşıyordu ve onu ikircikli düşüncelerin içine hapseden durum daha ne kadar sürecekti?   

Aklımda sorular kimsesiz bulduğum bir banka oturdum. Hava oldukça sıcaktı. Kimsenin pek umursadığı yok ancak mavi gezegenimizde son yıllarda artarak devam eden sıra dışı doğa olaylarına rastlamak sıradanlaştı. Yaz ortasında kavurucu sıcakların beynimizi bulamaca çevirdiği günlerde, ansızın başlayan ve ceviz iriliğinde dolu yağışı çatılarımızı deldiğinde, arabalarımızın camlarını tuzla buz ettiğinde, ağaçların meyvelerini indirmekle kalmayıp dallarını kırıp döktüğünde pek bir hayret ediyoruz ve bu duruma isyan etmeyi hak biliyoruz. Ancak zemherinin ortasında ağaçların çiçek açmasına, sıcaklığın terletecek seviyelere ulaşmasına o kadar mutlu oluyoruz ki zil takıp oynamadığımız kalıyor.

Âdemoğlu iklim krizinin, kış günlerinde, tadını çıkarmaya baktığı tam da bu sıcak güzel günlerde saklı olduğunu görmekten maalesef çok uzak.

“Her an gördüğümüz ve yaşadığımız güzel şeylerin arkasında başka anlamlar ve durumlar saklı olabilir. Gözümüzün gördüğü değil gördüğümüzün ardındaki manayı, içindeki özü fark ederek bakmayı öğrenmem gerekir.” demişti Ersin.

Bana, yaşadıkları ile ilgili anlatmakta yetersiz kaldığını söylediği güzel anların gerçekte ne manaya geldiğini görme savaşı veriyor gibi geldi.