Göstergebilimi genel olarak göstergelerin bilimi olarak tanımlayabiliriz. Ahmet Güneş, makalesinde göstergebilimi şu şekilde tanımlar: “Göstergebilim, diğer adıyla semiyotik, dil bilimsel metotları nesnelere uygulayan, her şeyi dille tasvir etmeye ve dilsel olmayan bütün olguları da dil metaforuna dönüştürerek açıklamaya çalışan bir bilimdir.” Göstergebilimin kurucularından olan Saussure’e göre göstergebilim her zaman var olan bir bilimdir ancak 20. yy.ın ikinci yarısında ayrı bir disiplin olarak görülmeye başlanmıştır. Göstergebilimin izlerini Antik Çağ'dan itibaren görürüz. Antik Çağ'da insan iletişiminin göstergelerle sağlandığı fikri bazı filozoflarda görülür. Orta Çağ'da anlamlama biçimleriyle ilgili kitaplar yazılır. Ayrıca Orta Çağ'da Bacon’ın üçlü bir göstergebilimsel model sunar. Bu modelde gösterge, bu göstergenin gönderimi ve bunu yorumlayan kişi arasındaki bağıntıyı betimler. Semiyotik kavramını ilk defa John Locke, "İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde kullanmıştır. Locke semiyotiği göstergeler öğretisi olarak nitelendirmiştir. Çağdaş göstergebilimin temellerini Peirce ve Saussure atmıştır.


Göstergebilimin çalışma alanı oldukça geniştir. Çünkü her şey gösterge olarak görülebilir. Bu yüzden göstergebilim, biyoloji gibi doğa bilimiyle birlikte çalışırken hukuk gibi bir sosyal bilimlerle de birlikte çalışabilir.  

Göstergebilimin çalışma yöntemi konusunda birlik sağlanamamıştır. Belli alanlarda belli isimlerin yöntemi sıklıkla kullanılsa da ortak bir çalışma yöntemi olduğu söylenemez. Dil bilimi alanında Saussure’in, edebiyat alanında Greimas’ın yöntemi sıklıkla kullanılır. Greimas’ın yönteminde bir metnin iç düzeni ve bunların göstergeler sistemindeki anlamsal karşılığını inceler. Bu yöntemde yüzeyden derine bir inceleme söz konusudur. Mesela bir şiir göstergebilimsel açıdan incelenirken şiirin önce yüzeysel yapısı incelenir. Sonra şiirdeki kelime ve birleşik yapılar göstergebilimsel anlam bakımından açıklanır. Saussure’ün ikili bir sürece dayandırdığı anlamlama örnekçesi, temelini onun eşsüremli dilbilim çalışmalarından aldığı için somut ve uygulanabilir olarak görülür. Bu bağlamda dilbilime gösteren/gösterilen, dizge/değer, dilbilim/göstergebilim gibi ikili kavramlar kazandırmıştır.


Göstergebilimin göstergelerden oluşur. Saussure ise “Kavramla işitim imgesinin birleşimine gösterge diyoruz.” der. Barthes ise gül örneğiyle açıklar. Gül, ilk baktığımızda normal bir çiçektir. Ancak bir erkek bir kadına gül verirse gül romantik bir anlam kazanır. Bu romantik anlam gülü veren erkek, gülü alan kadın ve bu anı gören biri tarafından kolayca anlaşılır. Yani gösterge için bir sözün, davranışın ya da nesnenin arkasındaki anlam diyebiliriz.

Başka bir gösterge örneği olarak belli saç kesimi veya giyimin toplumda bir gruba ait olma veya bir moda anlayışına uyulduğunu gösterebilir. Bu örnekte kıyafet, saç şekli ve dış görünüşün de bir gösterge olarak algılanabileceği görülür.


Gösterge, gösteren ve gösterilenden meydana gelir. Ahmet Güneş, makalesinde “Gösteren, bir düşünceyi ya da anlamı dile getirmede kullanılan sözcük ya da sözcüklerdir.” şeklinde tanımlar. Saussure ise “Bir göstergenin fiziksel biçimi; bir sözcüğün sesli veya yazılı hali, bir fotoğrafın görünümüdür.” şeklinde tanımlar. Gösterilen ise bir sözcüğü söylediğimizde, bir nesneyi gördüğümüzde aklımızda oluşan düşünce veya görüntüdür.

Mesela elma kelimesindeki "e-l-m-a" sesleri gösterenken aklımızda oluşan yeşil veya kırmızı meyve gösterilendir. Her dilin göstergeleri farklıdır. Türkçe bilmeyen birine elma dediğimizde aklına meyve gelmez.


Göstergebilimin bilim olup olmadığı tartışılan bir konudur. Göstergebilim alanında çalışanların çalışma yöntemi konusunda birlik sağlamamış olması bu tartışmanın sebebidir. Göstergebilimi bilim olarak kabul etmeyen araştırmacılar göstergebilimi bilimlerarası inceleme yöntemi veya anlamlama, çözümleme kuramı olarak tanımlamışlardır.


Edebiyatın sanat yönünün ürünleri olan edebî eserler, anlamlama üzerinde çalışan göstergebilimin çalışma alanına girer. Edebî eserlerde dilin gündelik anlam dışında kullanılması da göstergelerin farklı anlamlar çağrıştırmasını sağlar.

Şiir tahlillerinde Greimas ve Kristeva göstergebilimden faydalanmıştır. Barthes ise çalışmalarını genelde öykü ve romana yoğunlaştırmıştır. Göstergebilim çözümleme yönteminde metin esas alınır. Edebiyatla aralarındaki fark da buradan doğar. Edebiyat biliminde edebî bir eser incelenirken metin dışında yazarın hayatı, diğer eserleri, edebî kişiliği, eserin yazıldığı dönem gibi metin dışı unsurlar da dikkate alınır. Göstergebilimde ise sadece esere veya metne yönelik eleştiri ve inceleme söz konusudur. Göstergebilim edebiyattan edebî eserleri kaynak edinme konusunda yararlanır. Edebiyat bilimi ise göstergebilimden bir çözümleme yöntemi olarak yararlanır. Şiir, roman, hikâye, halk hikâyesi, masal gibi türlerin çözümlenmesinde göstergebilimdeki çözümleme yöntemleri kullanılmıştır.


Mustafa Uğurlu Arslan Zâtî’nin bir gazelini göstergebilimsel açıdan çözümlemiştir. Aşağıda ilk beyitin nasıl incelendiği örnek verilmiştir:


Benem deryâ-yi eşkinde vücûdı ‘ayn-ı nûn olmış

Kenâr-ı âbda ‘aks-i şecer-veş ser-nigûn olmış


(Vücudu gözyaşı denizinde nun harfi/balık gibi olan benim. Su kenarında ağacın yansıması gibi ters dönmüş olan benim.) (Arslan, 2014: 71)


“Gösterge: Benem

Göndergesel Anlam: Burada gerçek bir gönderge söz konusudur. Gerçek bir ben vardır. Yani bu ben şairin bizzat kendisidir. Sürekli ağlayan ben, aşkından ağlayan ben, gözyaşından adeta denizler meydana getiren ben, o denizde kayık haline gelip balık gibi yüzen yine ben…” (Arslan, 2014: 72)


“Gösterge: Deryâ-yi eşk

Göndergesel Anlam: Burada tamamıyla düşsel bir gönderge söz konusudur. Şair (âşık) ne kadar ağlarsa ağlasın gözyaşlarından bir denizin meydana gelmesi imkânsızdır. Fakat âşık sevdiğinden ayrı düşmüş, bunu büyük bir bahtsızlık olarak görmüş ve bu sebeple öylesine ağlamıştır ki gözyaşları sel olup akmış, pınar olup coşmuş ve denize dönüşmüştür.” (Arslan, 2014: 72)


“Gösterge: Vücud

Göndergesel Anlam: Burada hem gerçek hem de düşsel bir gönderge vardır. Vücut aşığın kendi bedenidir dolayısıyla gerçek bir göndergedir diyebiliriz fakat aynı vücut gözyaşı denizinde yüzen bir nûn harfidir. Nûn harfi şekil olarak kayığa benzemektedir. Şair aşk acısı ile nûn gibi bükülmüş ve kayığı andırır bir hal almıştır. Ayrıca nûn, balık anlamına da gelir. Şair aşk acısından belinin büküldüğünü harf anlamı ile ifade etmiş, gözyaşına battığını da balık anlamı ile kastetmiştir.” (Arslan, 2014: 72)

 

“Gösterge: Nûn

Göndergesel Anlam: Bu kelimede hem gerçek hem de düşsel bir gönderge kendisini hemen hissettirmektedir. Nitekim nûn harfi Arap alfabesinin 25. harfi olması dolayısı ile gerçek bir göndergedir. Fakat metinde daha ziyade düşsel bir gönderge olarak karşımıza çıkmaktadır. Nûn (ن (harfi şekil olarak kayığa benzemekte ve içerisindeki nokta ise kayığın içerisinde oturan bir canlı gibi algılanmaktadır. Yine denizin üzerinde bir kayık ve içerisinde bir insan olması telmih yolu ile bize Nuh tufanını da hatırlatmaktadır ki Nuh‟un ilk harfi de nûndur. Yine nûn eğridir, onun doğru hali elif gibidir ve dimdiktir. Nûn gibi bükülmesi ayrılık, aşk, ızdırap ve kederdendir. Ayrıca nûn kelimesinin bir anlamının da balık olması münasebeti ile şair ilginç bir düşsel gönderge ile kendi gözyaşı denizinde balık olup yüzen bir aşığın tablosunu da bize çizmektedir.” (Arslan, 2014: 73)

 

Düz metinler göstergebilimsel açıdan çözümlenirken öncelikle metin kesitlere ayrılır. Daha sonra yüzey yapısına bakılır. Mesela başlık “Ferhat ile Şirin” ise okuyucu bir aşk hikâyesi okuyacağını bilir. Sonrasında söylemsel düzey olarak kişi, zaman ve uzama bakılır. Son olarak kesitler anlamsal ve biçimsel açıdan incelenir. Ahmet Dağlı’nın “Ferhat ile Şirin” efsanesini göstergebilimsel açıdan incelemesini örnek verebiliriz.


Makalede efsane şu şekilde aktarılır:

Ferhat, nakkaşlık yapan, Saraylar süsleyen bir delikanlıdır. Sarayda gördüğü Şirin’e öyle bir sevdalanır ki fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.

 Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için, dünürcü gönderir Ferhat. Sultan; Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim” der, demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir. Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.

Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da. “Ne vurursun kayalara böyle hırsla, Şirin'in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat'ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten “ŞİRİN!” seslenişleri yankılanır kayalarda.

 Ferhat'ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat'ın yanına. Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana.

Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de kara çalı çıkarmış. İki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.” (Dağlı, 2012:16)


Efsane önce kesitlere ayrılarak incelenir. Örnekteki gibi:

“Ferhat; nakkaşlık yapan, Saraylar süsleyen bir delikanlıdır. Sarayda gördüğü Şirin’e öyle bir sevdalanır ki fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir.” (Dağlı, 2012: 17)


Daha sonra yüzey yapısına bakılır. Efsane başlığı okuyucuyu göndergesel bir metin okuyacağı haberini verir. “Ferhat ile Şirin” ise bir aşk hikâyesi olduğunu gösterir.


Söylemsel düzey olarak kişi, zaman ve uzama bakılır.

Kişi: “Ferhat: Fırçasıyla sarayları süsleyen bir nakkaştır. Fizikî özellikleri hakkında metinde bilgi verilmez. Ancak yiğit bir delikanlı olduğu bilgisi geçer. “Yiğit” kelimesi onun bedensel yapısı hakkında ipuçları vermektedir. Buradan onun güçlü bir bedene sahip olduğunu, “delikanlı” kelimesinden ve evlenmemiş olmasından ise yirmili yaşlarda olabileceği izlenimini edinebiliriz.” (Dağlı, 2012:18)


 Zaman: “Anlatıda olay zamanı 40 kilometrelik mesafedeki kayaları bir insanın tek başına oyması için gerekli süreyi kapsar.” (Dağlı, 2012: 19)


Uzam: “Metinde bahsi geçen uzamlar Amasya ili, sultanın sarayı, Şahinkayası (metinde “uzak mı uzak bir yer” şeklinde ifade edilir), Şahinkayası ile Amasya arası, Şirin’in kendini attığı kayalıklar ve âşıkların mezarıdır. Efsanede bahsi geçen yerler -sultanın sarayı hariç- günümüzde mevcuttur.” (Dağlı, 2012:19)


Ardından kesitler anlamsal ve biçimsel açıdan incelenir.

“Ferhat; nakkaşlık yapan, Saraylar süsleyen bir delikanlıdır. Sarayda gördüğü Şirin’e öyle bir sevdalanır ki fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir. Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için dünürcü gönderir Ferhat. Sultan, Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “Şehir'e suyu getir, Şirin'i vereyim” der demesine de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir. Ferhat'ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde.” (Dağlı, 2012: 19)


Bu anlatıda metin kişi, zaman ve uzam bakımından temellendirilmeye başlanır. Bu anlatıda sınama görülür. Mehmene Banu, Ferhat’ı Şirinle evlenme konusunda sınar.