Akşamları mahalle arasında dolaşıyorum bazen. Ve yürürken gözlerimi kendi hâline bırakıyorum. Bir şeylere takılıp düşmeyeyim diye yere, adımlarıma bakıyor arada bir. Sonra, görevini yapmış olmanın rahatlığı ile oyuna dalıyor. Evlerin duvarlarında göz gezdiriyor; çatlakları, katman katman olmuş türlü çeşitli renkteki boyaları inceliyor. Bazen de penceresi açık evlerin odalarına ve duvarda asılı resimlere bakıyor. Bunu neden yapıyor, bilmiyorum. O ara aklımda başka şeyler oluyor benim: bir arsa alıp tavuk yetiştirmek ya da altı aydır arabamı yıkamıyor oluşum. İşte kafamda bunlarla yürürken odanın içindeki birileriyle göz göze geliyorum bazen. O kısacık anda karşımdaki kişi "Kimsin sen hemşerim, ne istiyorsun, ne bakıyorsun?" diyor. "Gözlerimin kusuruna bakmayın, oyunbazın tekidir. İnanın ne sizinle ne de evinizle bir ilgim yok. Hem şu an ben tavukları düşünüyorum. Bildiğiniz tavukları..." demek istiyorum ama ne mümkün... Anlıyorum ki gözlerimin kurduğu bir tuzak bu. Zor durumda bırakarak aklınca oyun ediyor bana.


Evet, bu tatsız bir oyun olmalı zira dışarıdaki kişi olmanın, dışarıdan içeriye bakan kişi olmanın garip, tekinsiz bir duygusu var. Hane içindeki insan için dışardan bakan göz, her daim bir tehdit barındırır içinde ve o da elinde olmadan gardını alır. Dışarıdaki kişi her ne kadar kendini, kişiliğini, kimliğini bilse de bir anda tüm bunlar silinir ve sadece tek bir unsur kalır orta yerde: içeriye bakan bir çift göz... İşte geçen akşam da neredeyse aynı duruma düşüp gözlerime sitem edecekken bu tekinsiz duygu ile ilk olarak nerede karşılaştığım sorusu geldi aklıma. Ve cevabı da buldum sanırım: ilkokul üçüncü sınıfta.


Tek kanallı yıllarda TRT, gün içinde sadece iki çizgi film yayınlardı ve ikincisi de tam da bizim son dersimiz bittiğinde başlardı. Bu durumda ben ya koşarak eve gelmeliydim -ki bu durumda çizgi filmin sadece son beş dakikasına yetişebilirdim- ya da yol boyunca pencerelerden içeri bakarak az buçuk, yarım yamalak izlemeye razı olmalıydım. İşte böyle günlerden birinde, müstahdemin çaldığı son zille okuldan bir koşu çıkmış, ara sokaklardan birine dalmıştım ki bir evin hem perdesinin hem de penceresinin açık olduğunu görüp durdum. Bu, gerçekten güzel bir fırsattı çünkü o çok sevdiğim çizgi filmi, sesini de duyarak yani anlayarak izleyebilecektim. Artık yol boyunca ev ev dolaşmam ve televizyonu açık birilerini bulmam gerekmiyordu. Şuracıkta, kaldırım kenarına oturup rahatlıkla izleyebilirdim filmi. Bu düşüncelerle ben, çantamı yere atıp yakalığımın düğmesini de çözünce artık ev rahatlığına da kavuşmuş oldum. Ancak tam da filmi yarıladığım bir sırada evin küçük çocuğu ayağa kalktı ve beni fark etti. Çocuğun, "Anne bak, bir çocuk içeri bakıyor." demesiyle annesinin ve ablasının da bir anda bana bakması bir oldu. Kadın bir süre yüzüme bakıp "Yazık oğlum, çizgi film izliyor, bırak izlesin." dedi. Çocuğun ablası da yüzüme bir garip bakıp ve sanırım annesiyle aynı duyguları paylaşıp önüne döndü. Kaşla göz arasında zavallı biri gibi algılanmış olmak, açıkça zoruma gitmişti. Bir toparlayabilsem sanırım ağzımdan şöyle cümleler dökülürdü: "Bizim de evde televizyon var. Benim babam öğretmen ve ben de zavallı biri değilim, sınıf birincisiyim. Şimdi burada oturmamın sebebi evimin uzak olması. Siz kim oluyorsunuz da bana yazık falan diyorsunuz?" İşte bunların hiçbirini demedim, diyemedim. Zira bulunduğum durumda yani sokakta, kaldırım kenarından televizyon izlemeye çalışan biri olarak ne babamın öğretmen olmasının ne de sınıf birinciliğimin bir kıymeti vardı. Ben, tek kimlikli biriydim o an; dışarıdaki bir çift göz. Çocuk olduğum için zavallı görülmüş ve önemsenmemiştim ama bu, tekinsizliği ortadan kaldırmıyordu.


Az sonra kadın kalkıp mutfağa geçti. Çocuk, fırsattan istifade pencereyi kapattı ve perdeyi çekti.




11 Mart 2023

Gültepe