Havaya uygun bir başlık olsun istedim. Aslında kahverengi, yağmurlu bir sonbahar havasını herkes kadar ben de çok severim. O zaman biraz daha Yeşilçam kokar hava ve duygular... Anılarımızı, o tatlı; raflarda, tavan arasında kalmış fotoğraflarımızın kokusunu getirir bize.


Gri havalar biraz tersidir. Kokusuz, renksiz.


İnsanın bu sefer de bastırmış olduğu duyguları yoklamasına zemin hazırlar. Sanki der ki bu havalar:

"Bak şurada, şu gün şöyle bir olay olmuştu. Sen de şunun hakkında şöyle hissetmiştin. Hadi biraz onu düşün"


"Şu" dediğim, aslında uzaklaştırmaya çalıştığımız ama bir türlü yakınımızdan gitmeyen şeydir işte.


Bu gri havalar böyle avcıdırlar! "Şu"yu yakaladılarsa gönül dünyanız birden grileşiyor. Olduğunuz yerde dizlerinizi karnınıza çekiyor, ellerinizle bacaklarınızı kavrıyor ve o griyle baş etmenin yahut onu kabullenmenin amansız mücadelesini veriyorsunuz.


Bunu bir keresinde bir karikatürde görmüştüm. İnsan bir düşüncenin peşine takılıyor. Hayattan bir pencere açılır gibi... Başta bu esrarlı nur, biraz da iyi kulağınız varsa, müzikal geliyor ve dalıyorsunuz ritme. Sonra adımlarınız müzikle uyuşmuyor. Üstelik açıldığını zannettiğiniz o pencere ışık değil; karanlık doluşturuyor kulağınıza, göğünüze. Belki de kalbinizi korumak için bu karanlıktan, öyle kilit bir pozisyon alarak oturuveriyorsunuz olduğunuz yere...


Zaman öyle bir ilaç ki! Hem iyileştiriyor. Hem yeniliyor sizi. O karanlığa mumlar yakmayı öğreniyorsunuz. Sonra bütün o mumlara ihtiyacınız olmadığını hissediyorsunuz ve "Sönsün yeter!" diyorsunuz.

İçinizde öyle bir kuvvet buluyorsunuz ki artık. Mumun ta kendisi siz oluvermişsiniz. Başkalarının karanlıklarına bile uzanmış bir mum. Ama en çok da sizin ışığınız.


"Mum dibine ışık vermez" derler, doğru. O karanlık sizin kaynağınız zaten. Yani besininiz! Bunu fark ettiğinizde bunun dert değil bir nimet olduğunu da biliyorsunuz nihayet. O dip olmasa mum da yanmaz, gibi. Hem bu öyle bilinçli bir hal esasen.

Başkalarından kendinize doğru yaptığınız yolculukla birlikte kendi ekseninizde tam tur dönen bir uyduya da benziyorsunuz. Bir mucit yahut bir kâşifsiniz, sabretseniz!


Laf lafı açıyor. Grilerden bahsetmek isterken lalelerin siyahına uzanıyor lafız. Bunu ben de ilk öğrendiğimde hem şaşırmış hem de sevgim artmıştı lalelere. Gerçi Alxander Dumas'ın "Siyah Lale"si beni lalelerin dünyasına çeken hâlâ etkileyici bir roman olma vasfını yitirmiş değil.


Laleler ve içindeki gizli kömüre, siyaha gelince. Tasavvufta lalenin anlamı diye bir yazıyı hatırlıyorum. O kadar hoşuma gitmişti ki! Bugün burada yazdığım yazıya güzel eşlik edebileceğini düşündüğüm için bir kısmını aynen paylaşıyorum.


"Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak dıştan görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pasparlak, canlı ve rûha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hâli tıpkı bağrı yanık bir dervişin mütebessim nûr hâleli yüzüne benzer."


Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise îmânın altı nûrunun libâsına bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir.


Bununla beraber Kur'ân-ı Kerîm'in (aynı zamanda Fâtiha sûresinin) altıncı âyeti de "Bizi dosdoğru yola (Sırât-ı Müstakîm'e) ilet" âyet-i kerimesidir. Bu âyet aynı zamanda bir duâ vasfı taşımaktadır.

Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da tıpkı bir dervişin duâ edişindeki edâyı andırır. Zira derviş bu hâl ile sırât-ı müstakîm üzere olmayı murâd etmiş ve ifrat-tefrit noktalarını törpüleyerek hakîkate, yani istikâmete ermiştir ve tıpkı lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı yanış halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir.


Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, "ferâhâver (ferahlık veren)" denmiştir. İşte bu vasıflarla vasıflanan derviş de tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letâfet ve zerâfet saçmış, gönüllere âb-ı hayat sunmuştur.


Hülâsa; lâlenin eğlâl oluşu, lâlenin hakîkat deryasına dalış hâlidir.


Leyl, gece demektir. Gece, sevda demektir. "Sevda"nın asıl manası "siyah"tır. Gece kıymet bilene "kara sevda"nın yaşandığı ânlardır. Eğer sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen gönüldeki yârları ve ağyârları yok etmelisin! İşte o zaman her yer sana âyân olur. Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir. Böylece fânî muhabbetler silinerek kalb sevdânın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen "Leylâ" temsîlî olup asıl kasdedilen "Mevlâ"dır. Her yerin âyân oluşuyla kalb kâinâtın esrârını okuyucu ve alıcı bir hâle gelir. Ve Cebrâil'in "Oku" emrini müteâkiben örtüsüne bürünen ürkek yürek, artık serpilip açılır ve her yanda Leylâ'yı (Mevlâ) görür hâle gelir.

Ey Gönül! Cânına üflenen nefhayla yan da kavrul! Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece "yâr" haberdâr olsun. Öyle ki, Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ümmeti için gönlü dâim hüzne gark olurken dahî, yüzü her lahzâ beşûş...


Yazıya başlarken ne kadar griydi ortalık; insan bir kelimenin kokusuna, boyasına muhtaç oluyor bazen. Ne kadar da kafi gelebiliyor. Kelimelerin sadece ruhu yok! Boyası, kokusu da var... Bütün bu griler gerçekten hasbihal edilebilen her güzel şeyle boyanabilirmiş.


Bu şifadan nasibini alabilenler de var, nasipsiz olanlar da.


Onların da kim olduğunu Ivan Illich söylesin bize:


Modern insanlara, küçük bir mum olmaktan, başkalarının kendi hayatlarında tutuşturabilecekleri bir mum olmaktan korkmamaları gerektiğini anlatmak zor. insanlar ampullere ve düğmelere alışmış durumda. Işık metaforu karanlık olmaksızın işe yaramıyor.