—Gül ile bülbül hikayesini biliyor musun?
—Tabii, kaç kere senin yerine anlattım, eski edebiyat derslerine gelemediğin zamanlar.
—Anlatır mısın bana, kendi bildiğince?
“Rivayet odur ki bir zamanlar tüm güllerin rengi beyazdır. Sabah rüzgarıyla açılan gonca güllerden birine aşık olan bülbül, tüm gece gülün açılmasını bekleyip yalvarsa da gül umursamayıp açılmaz, bülbül de sabaha karşı uyuyakalır, bir türlü gülün yapraklarını açışına denk gelemez. Günler böyle geçip giderken gül bülbülün yalvarışlarına kulak asmamaya devam eder. Günlerce güzel sesiyle feryat eden zavallı bülbül bir gün bitap düşer ve kendinden geçer. Bülbülün kanını içerek kırmızı renge bürünmek isteyen gül, bülbül düştüğünde dikenleri sayesinde amacına ulaşarak kırmızı rengini alır ancak zavallı bülbül canından olur.”
Tatil olduğu için öğrenciler memleketlerine dönmüştü, bundandır, edebiyat fakültesi in cin top oynuyordu. Rana, çıkardığı roman ve kavuştuğu ünden sonra uzun zamandır göremediği hocasının yanına uğramış, işte kapıyı tıklatıyordu. İhsan, elindeki yazılara bakıyor, daha kaç bitirme tezi okuyacağım böyle diye bulunduğu çalışma ortamından bunalıyordu. Kapı açılıp içeri Rana girince çok şaşırdı. Yüzünden belli belirsiz gölgeler geçti ama kıza yansıtmadan büyük bir sevecenlikle onu karşısına oturttu. İşte hesaplaşma anı gelmişti ve nasıl gidiyor muhabbetinden sonra ondan divan edebiyatında hatta batı edebiyatında da sıklıkla kullanılan gül ile bülbül mazmununu anlatmasını istedi. Bu motif ki Feridüddin-i Attar’dan Oscar Wilde’a kadar birçok yazar tarafından işlenmişti. Amacı kendinin bülbül kızınsa nankör bir gül olduğunu edebiyatçı ve yazar kimliğiyle kızın yüzüne çarpmaktı.
—Hayatın cilveleri Rana, romanımı çalıp, o romanla ünlü olduktan sonra bir daha karşıma çıkmazsın diye düşünüyordum ancak sen yüzündeki şu sırıtışla karşımda gayet rahat oturabiliyorsun. Sana bir mesaj atmıştım hatırlıyor musun, o mesajdan sonra duygularının bana doğru evrildiğini, bambaşka insanlarken bir bütün olduğumuzu düşünmüş, umutsuz bir bülbül gibi beni ölüme sürüklemeden az evvel tıpkı bir gonca olup bana kıpkırmızı açılmıştın. Hayallerim gerçekleşmişti Hiç ayrılmadan her şeyi paylaşarak çok güzel giden iki senelik bir beraberliğe adım attık. Sen okulu bitirmiş, yeni edebiyattan yüksek lisansını yapıyor, bense yeni romanımı bu sefer basmaya hevesli -sen yanımda olduğun için- yazıyordum. Evlenebilirdik bile. O denli avare bir bülbüldüm senin çevrende. Fuzuli ilk defa bu denli anlamlı bir şairdi benim için. Her gece romanın başına geçmeden az evvel Fuzuli’den “Su Kasidesi”ni okuyor, aşkı damarlarımda hissediyordum. Ta ki sen büyük emeklerle bitirdiğim romanımı çalıp benden çok uzaklara gidene kadar. O zaman işte o kasidedeki şu beyit her gece rakı soframda bana eşlik etti, senin yerine:
“İçmek ister bülbülün kanın meğer bir renk ile
Gül budağının mizacına göre kurtare su”
(Galiba gül budağı bir hile ile bülbülün kanını içmek istiyor.
Su gül budağının tabiatına girip bülbülü kurtarsın.)
Sen, benim yazdığım romanla ünlü olduktan sonra ve TV’de röportajlarını -arsızca- dinledikten sonra beni kimse kurtaramadı. Bülbülü öldürdün ve şimdi toprağını sulamaya mı geldin, neden geldin?
Rana, yüzündeki gülümsemeyi devam ettirdi. Yerinden kalktı, güzel kokusuyla eski hocasına yaklaştı ve ona bir defter uzattı. İhsan bir şey demeye fırsat vermeden elini kaldırdı ve:
—Bu defteri oku ve bir sonraki özgün romanımın iğrenç sapık pedofili ve şantajcı hocası diye kahramanı olmak istemiyorsan ağzını sıkı tut, benden oturup ağlayarak günlüğünde bile bahsetme diyerek odadan hızla uzaklaştı.