Beni bütün korku, üzüntü ve olumsuzluklarımla savaşarak iyileştiren kıymetli Sir’e,
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkenin birinde bir köy varmış.
Bu köyde bir çiçek prensesi yaşarmış. Prensesin işi; büyük büyük annesinden kalan aile yadigarı bir çiçeği koruyup kollamak, onu beslemek ve yapraklarının parıl parıl parlamasını sağlamakmış.
Bütün özverisiyle günlerini bu çiçeği sulayıp, bakımını tamamlayıp onunla konuşarak geçirirmiş; böylece çiçek güzelliğine güzellik katmış ve gören herkesi büyülermiş.
Prensesin mutluluğunu bu çiçeğe olan ilgisi sağlarmış. Manevi olarak çok kıymetli bu çiçek hastalansa prenses hasta olur ama güneşte parıl parıl parladığında da prensesin gözleri ışıldarmış.
Herkes hayranlıkla izler, koklamaya kıyamazmış. Kokusu da neredeyse bütün köyü saracak kadar güçlüymüş.
Bu çiçeğin bir özelliği ise kokusunun sakinleştirici ve mutluluk verici olmasıymış, bu yüzden herkes huzurlu mutlu yaşarmış.
Çiçek o kadar güzelmiş ki dillere destan olmuş, kulaktan kulağa yayılıp civar köylere kadar olsa iyi, dünyanın öbür ucuna kadar duyurulmuş.
Kulaktan kulağa derken namı yürümüş gitmiş. İnsanlar akın akın şifa bulmaya bu çiçeği görmek için gelmeye başlamış. Prensesin izni ile çiçeği görür koklar ve dönerlermiş.
Günlerden bir gün bir yabancı çıkagelmiş.
"Şifa bulmaya geldim, bu çiçeğin namını da çok duydum.’’ demiş, prenses onu gülümseyerek anlayışla karşılamış ve çiçeğin yanına götürmüş.
Gel zaman git zaman yabancı yabancı olmaktan çıkmış, kısa süre sonra halktan biri olmuş, herkes onu kucaklamış.
Bir gün çiçek hastalanmış olsa gerek artık kokusunu duyulmaz olmuş. Parıltısını da zamanla kaybetmiş, hal böyle olunca da prenses de üzüntüden neredeyse hastalanacakmış. Prenses ne yaptıysa çare bulamamış. Yabancı, "Ben bir formül biliyorum.’’ demiş "Ama bazı malzemeler toplamam gerekir, bu yüzden gideceğim uzaklara." Prenses ne yapsın, tamam demiş ve uğurlamış bu yabancıyı uzaklara. O gelene kadar da çiçeğinin başından hiç ayrılmamış, bildiği ne varsa uygulamaya ve umutla beklemeye devam etmiş şifacısı olacak bu yabancıyı.
Geceler geceleri, günler haftaları takip etmiş ama yabancı bir daha geri gelmemiş, çiçek de daha kötüleşmiş. Bir gün prenses artık o yabancının geri dönmeyeceğine inanmış. Kalbi çok kırılmış prensesin, bu kötülük karşısında ne yapacağını bilememiş. Neden böyle olduğu da anlayamamış.
Üzülmüş de üzülmüş, öyle çaresizce yeni yöntemlerle çiçeğini hayata döndürmek için çalışmaya devam etmiş… Çiçek iyileşmiyor, öylece solgun argın duruyor, kurumaya yüz tutuyormuş…
Prenses eski neşesini kaybetmiş, çiçek de solgun, öylece yaşamaya devam ederlerken aradan uzunun zamanlar geçmiş ve bir gün bir hareketlilik prensesin dikkatini çekmiş.
O da ne! bir Şövalye!
Yorgun, kucağındaki miğferi ışıl ışıl ama zırhı çizikler içinde zamanla matlaşmış bir şövalye. Yüzü yumuşak hatlı, sanki işi savaşmak değil de rahiplik, azizlik gibi biri.
Atından inmiş ve son derece asil bir reverans ile prensesi selamlamış şövalye: "Saygılar majesteleri, sizin ve çiçeğinizin güzelliğinizi kıtalar ötesinden duyup gözlerime görmek için ziyaretinize geldim izninizle.’’
Prenses alışkınmış sıklıkla çiçeğini görmek için ziyaretçileri olurmuş ama bir şövalyeyle ilk kez karşılaşmış. Bu yüzden de şaşkınmış.
"Sizinle tanıştığıma çok memnunum Sir, misafirimiz olmanızı da memnuniyetle isteriz ama çiçeğim hastalandı ve bu yüzden ne yazık ki onu artık insanlara gösteremiyorum.’’
Şövalye bunca yol gelip hayalini kurduğu o çiçeği göremeyecek olmanın hayal kırıklığını yaşamış. Prensese, "Belki ben yardımcı olabilirim, bir bakmama izin veriniz.’’ demiş. Prenses kabul etmiş ve belki gerçekten iyi gelir diye şövalyeyi çiçeğinin yanına götürmüş.
Şövalye çiçeğin önünde diz çökmüş ve solgun yapraklarına uzun uzun bakmış. Varla yok arası kokusundan bile sağlıklı olduğu zaman ne kadar güzel bir çiçek olduğu anlaşılıyormuş.
"İzin verirseniz ben bu çiçeği kurtarmak isterim prensesim.’’ demiş şövalye. Sizin için elimden ne geliyorsa yapmak, bu güzelliği yeniden hayata döndürmek benim bundan sonraki görevim.’’
Hiç umudu yokmuş prensesin ancak denemekten başka bir çaresi de yokmuş ve kabul etmiş çiçeğini ona bırakmayı. İçten içe ona inanmayı çok istiyormuş. Şövalyenin kendinden emin duruşu onu cesaretlendiriyormuş.
Gel zaman git zaman şövalye bildiği her şeyi uygulamış, bu çiçeği yeşertmek için çabalamış durmuş. Gitmiş dünyanın en şifalı denilen sularından getirmiş ve çiçeği sulamış. Bütün sevgisini şefkatini vermiş. Gel zaman git zaman çiçek dibinden yeni bir filiz vermeye başlamış ve iyileşme belirtileri göstermiş.
Derler ki çiçeğin asıl dermanı prensesin mutluluğuymuş. Bu çiçek; varisi her kimse onun mutluluğuyla yeşerir, büyür ve ancak öyle parıldarmış. Prenses, şövalyesinin özverisi ve sevgisiyle mutlu olmuş; çiçeği de iyileşmiş. Sevgi ile çoğalmış.
Bu masalın mutlu sonu da bu olmuş.