“Bakar mısınız lütfen?” diye gülümseyerek seslendi garsona. Yanında oturan kadın, çok uzun yıllardır görmediği bir kuzeniydi, sesi dikkatini çekmiş, hemen başını kaldırmıştı. “Bu nasıl tatlı bir ses tonu böyle!” dedi, “Gül reçeli gibisin,” diye devam etti. Gülümsedi kadına. O günden sonra adı “Gül Reçeli” olarak kalmış, bu isim onda babasına duyduğu özlemle bütünleşmişti.


Uzun zamandan sonra, ziyaret etme cesareti bulduğu köye girdiğinde hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu gördü. Her şey olduğu yerde, yıllar önce bıraktığı gibi duruyordu. İki yıl boyunca kaldığı evin önünden geçti. Balkonlara güvercinler yuva yapmasın diye tel çekilmiş, geriye kalan her şey olduğu gibi duruyordu. Çocuklar büyümüş, belki ağaçlar biraz daha uzamıştı. Deniz aynı, kum aynı, hava aynıydı.


Denize sıfır balkonlu bir odanın kahverengi panjurları o zamanlar beyazdı. Bir gece geçirmek için balkonun bir numaralı odasını tuttu. Balkonda fıstık yeşiline acemice boyanmış eski ahşap bir masa vardı. Kitaplarını üzerine koydu. Bu kitapları burada yaşarken yazmıştı. Uzun yıllar yaşadığı bu köyde yazmak için bol bol vakti olmuştu. Güneş batmaya hazırlanırken serin bir rüzgar, yazı iteleyip duruyordu. Motelin sahibi odayı verirken sabah kahvaltısının saatini söyledi. “Ev yapımı gül reçelimiz de var kahvaltıda hocam,” diye ekledi. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Oralarda kimse ona, “Gül Reçeli” dendiğini bilmiyordu. “bir mucize” olduğunu söyleyen olmuştu, “hayatsın,” diyen olmuştu ama kimse ona “Gül Reçeli” dememişti. Odanın panjurlarından içeriye baktı. “Ne garip,” diye düşündü.


Onca yaşanmışlık birikmiş olmasına rağmen artık hiçbir şey anlatmak, yazmak gelmiyordu içinden. Yaşamın anlamlanmasıyla ilgili çok büyük sorun yaşıyordu. Onun için yapacak her şey bitmişti. Değersiz, kimsesiz ve çok yalnız hissediyordu. Eşyalarını yerleştirdi. Bir sigara yaktı. Sigaranın yarısını şarkılardaki gibi rüzgar içiyor, şiddetiyle saçlarını arkaya doğru itiyordu. Dalgalar garip bir ritimle vuruyordu sahile. Denizin çivit mavisi koyu laciverde karışırken derinlerde, divitini denizin laciverdine batırmak isteği uyandı içinde birden. Bir şeyler kıpırdadı; yazmak istediğini fark etti. Yıllar sonra geldiği bu köyde yaşadıklarını düşündü tek tek. Zamana yenilen sevdaları ve heyecanları düşündü. Çocukları düşündü; “dünyaya atılmış” bedenlerinin içinde, doğdukları günden itibaren yaşadıkları ruhsal acılarına ortak olmuştu. Asfaltta biriken yağmur suyuna, gölgesi düşen çocukları fotoğraflamıştı. Bir gün eski bir çocuk arabasından kopan tekerleklerle kendine oyuncak bir bisiklet yapan mavi gözlü güzel çocuğu anımsadı. Ağılda gözüne kurt atan sineğe sinirlenen uzun boylu çocuk geldi aklına. Fotoğrafçı olmak istediğini söylemişti. Ona bir fotoğraf makinesi almıştı hediye:

“Depreşen bir şey var, gece yarısı uyandıran beni ve sessizliği sevdanın uzaktan bakıyor dilsiz sağır, korkak bir çocuk gibi, depreşen bir şey var, gün ortasında fırlayıp geliyor bir aralıktan aralığa katlanmış her şey, aralıkta saklı geçmiş. Kışa gözleri kapalı gecenin, 'ben ah ben, niye böyleyim,' diye dökülür saçlarım, dökülür şiirler acı tatlı, böylesine berbat edilir miydi aşk? Böylesine kıvrım kıvrım, böylesine yokluğa terk. Hazmetmiyor an, yarının yok olmuş heyecanını.”


Not defterini kapatıp kitaplarına baktı. Yazdığı tüm şiirler tıpkı birine ait koku gibiydi. Onları okuduğunda her biri ayrı ayrı onu bir zamana, bir aşka, bir insana götürüyordu.


Aynı gün sahilde ölü uğur böcekleri gördü. Sıcak kuma serpiştirilmiş gibi kırmızı kanatlarının üzerinde siyah benekleriyle binlerce ölü uğur böceği güneşin kızgın ateşinde dalgaları bekliyordu o gün. Diviti denizin laciverdine kendiliğinden batıverdi yine:

“Baharat kokusu, kirli çoraplar, trafik; korna sesleri, mazot karışık ter ve çocuk cıvıltısı. Kapı kapanır üzerine hayatın, sessiz bir yakarış; eve gitmekten korkar insan. Eski bir piyanodan kelebekler kalkar. Akla gelir, kumun üzerinde binlerce ölü uğur böceği. Zamansız yalnızlık. Yalnızlık; gidişi dünkü çocuğun, yokluğu bir annenin, sonra hasta bir adamın. Yalnızlık; bitişi bir romanın, yalnızlık; uykunun uykusuzluk hali. Sabahın gelişinden korkması insanın. Aynı aynılar, zamansız yalnızlıklar, şiirsiz komşular, sessiz mezarlar, gidişi dünkü çocuğun. İnadı, varlığının hükümsüz direnişi, sadece bir annesi... Yalnızlık; geceler, yalnızlık; kokusu unutulmuş, solgun bir çiçek. Yalnızlık; ayık bir aklın şiiri.”


Uzun zamandır kendini Lorca’nın hep söz ettiği duygusuz kuklalar gibi hissediyordu. Yukardan iplerini çeken oynatıcısının istediği hareketleri yapıyor, onun istediği sözcükleri söylüyordu sanki. Artık kapılarını birçok duyguya kapanmış hissetti. Boşa harcanmış zamanlar, elinde kalan sevdaların arkasından bakan gözleri, acılı bir tükenmişliğe doğru götürmüştü onu, diviti yeniden denizin laciverdine batıverdi birden:

“Önce sen, sonra kokun ve derken, sesin savruldu boşluğa; sustu şiir, kalem koptu, güneş gitti, bir ambulans geçti, sesi karanlığı öptü boynundan, kağıtlar yandı, yazacak yer yoktu kalanlarda, yarın oluyordu hızla ve hiçbir dinlenme yetmiyordu yorgun bacaklarıma. Bir sinek vızıltısına uyandı gece. Derken bir ok saplandı düşünceye, film şeridi hızında geçen günlerde; bir çitin arkasında kaybolmuştum, görmek için koştun hemen. Çok değil, üç beş ay önce. Kalbim kırıldı, gök gürledi. Sonra bahar geldi sensiz günlerine saçlarımın. Alıştı sabah sana uyanmamaya, yarının sensizliğine alıştı. Herkes, her şey çok bekledi gelmeni. Kapılar odalar ve siyah beyaz notalar, kirlendi her şey ve öğrendi uzaktan sevmeyi.”


İnançla ilgili deli sorular vardı aklında. Saçlarını başının üzerine topladı. Bir kedi yanaştı yanına, eğilip başını okşadı, sonra yüksek bir yere çantasındaki simitten ufalayıp koydu serçeler için. İnandığı birçok insan onu hayal kırıklığına uğratmıştı. Sebepsiz yere gidenleri düşündü. Sevgisinin ve inancının ağırlığını taşıyamadıkları için terk edenleri geçirdi aklından bir bir. Küçükken bir çocuğun babasına duyduğu inancı duyumsadı, büyüdükçe nasıl da yok oluyordu her şey. Babasına duyduğu özlemin ve inancın sırtını sıvazladı. “Sırf bu inancı kaybetmemiş olmak için hiç büyümeseydim,” diye geçti aklından. Eli tekrardan not defterinin kapağına gitti, bu sefer bir arkadaşının ona, “Bunu muhakkak okumalısın,” diyerek eline tut ettiği kitaptan ne kadar etkilendiğini anımsadı. O günkü duyguları dirildi hemen:

“Sahte bir adamın, zeki sözlerine kapılıyor herkes, yüceliğine ve büyüsüne, yarattığı cennetin. Sana kapanan ben, o bahçelerin kapısında, her gece sabahı beklerdim. Bir uyanış başlar neden sonra; onlar için çok geç. Ben seni itelerim sana, nasıl geldiysen koşarak, nasıl sarıldıysan, büyük bir borç gibi, korka korka, seni yaşamak için, seni sana öderim. Sahte bir adama duyulan, pişman hayranlık gibi, pişman bir güne, lanet sevişmelerin eklendiği gibi, pişman sözler, seni senden alan güne, geri vermeden önce, bir rüyaya gizlenmiş gibi. Bu yüzdendir, uykulu gözlerim, sahte bir adamın, zeki sözleri gibi; Yusuf, Süleyman ve Tahir'in, zehirli hançeri gibi savrulur gelişigüzel. Beni beklediğin cennette, zamana verirsin ömrünü, ya bileklerini keser ya da atlarsın dalgaların, rüzgarla öfkelenmiş köpüklerine; Meryem ve Halime gibi. An gelir, biter her şey, ben atıma binmiş, aşkın affı vururken yüzüme, doludizgin uzaklara, çok uzaklara giderim, ne büyü kalır geride, ne de yüceliği o zekice söylenmiş sözlerin.”


Sessiz bir geceye hazırlanıyordu artık. Lorca’nın “Akşamleyin Saat Beş” isimli şiirindeki ölümün tasviri kadar huzur dolu hissetti. Son zamanlarda beyaz rengi daha çok sevmeye başlamıştı. Şiirdeki beyaz çarşaf getiren çocuğu, kireci, rüzgarın savurduğu pamukları düşündü. Kumru sesini çok severdi, uzaktan kilisenin çanına karışan bir kumrunun sesi duyuldu. Derken Lorca’nın kurşuna dizildiği an bir boğanın yalnızlığını düşündü Granada’da. Yaranın ölüme gebe bıraktığı ve kangren olmuş inançlarına baktı. Başka bir şairin “Saat Beş” şiirindeki “bir kadın döktüre döktüre susuyordu” dizesine sarılıp gözlerini kapattı.


Gece boyunca dalgaların sesi kulaklarındaydı. İyot kokusu ve böceklerin iniltileriyle güne uyandı. Panjurların arasından motel sahibinin gölgesini gördü. “Kahvaltı hazır hocam,” diye seslendi adam, “ev yapımı gül reçelimiz de var,” diye ekledi.


Kahvaltı boyunca, denizin dalgaları arasında ölü uğur böceklerini düşünecekti...