Mert annesi kapıyı açtığı anda içeriye attı kendini. Koridora benzeyen holden çıkıp yine koridor gibi uzun ve sonunda dışardaki dünyaya açılan tek bir penceresi olan salonu bir çırpıda geçti, anneannesinin yanındaki sehpanın üstüne su dolu torbayı bıraktı. Mert’i görünce yaşlı kadının yüzünü geniş bir gülümseme kapladı. Rengi neredeyse yüzü kadar soluklaşmış krem berjer koltuğundan kalkıp Mert’e sarılmaya çalıştı ama beceremedi. Onun yerine Mert anneannesini kucakladı. Gülşah Hanım artık kucağına sığmayan Mert’in eski zamanlardaki gibi sırtını sevdi. Mert naylon torbayı gösterip coşkuyla:
- Bak anneanne, balık aldık sana!
Gülşah Hanım uzayan gölgelerin giderek bir mağaraya benzettiği salonda balığı seçebilmek için dikkatle bakarken Mert dükkandan aldığı geniş cam kavanozu çıkarıyordu:
- Bakımı da kolay anneanne. Sabah akşam yemini vereceksin. Aynı saatte ama. Günde iki tane yetiyormuş. Arada bir de suyunu temizlersin.
Eşyaları mutfağa yerleştiren annesi salona girdi. Cam kavanozu alıp su doldurmak için yeniden mutfağa giderken sordu:
- Bugün nasılsın anne? Sen de su ister misin?
- Şükür kızım, şükür.
Nihayet daha geniş bir yerdeydim. Tazelenen suda derin bir nefes aldım. Etrafı daha berrak görebiliyordum. Neşeyle ve merakla yüzgeçlerimi çırpıp geniş bir tur atmaya çalıştım. Ama nafile! Hemen cam duvarlara tosluyordum. Cam duvarların arasında volta atan mahkumlar gibi kısa turlar yapmaya başladım. Bu sırada duvarları üzerime gelen bu dar evin içinde geçireceğim kısa süre boyunca beni mutlu edecek tek şey yukarıdan düştü: Yem!
***
-Sağol kızım.
dedi kızı ona ve komşusu Esma Hanıma kahveleri dökmeden vermeye çalışırken.
- Anne biraz daha doğrultayım mı yastığı? Kahven dökülmesin.
Gülşah Hanım eşi dostu geldiğinde artık yatak haline getirilmiş çekyatta sohbet edebiliyordu. Gelen giden de giderek seyrekleşiyordu zaten.
- Bak sen yine iyisin, kızın senin yanında, lazım olursa erkek evladın da var. Benim oğlan dünyanın öbür ucunda, yalnız başına kalmak çok zor Gülşah.”
- Hastalık ta zor. Şua tedavisine başlayacakmışım, öyle dedi hekim. Bunca ilaç kafi gelmedi demek.
Kızı araya girdi:
- İyi olacaksın anne, biraz gayret.
Sonra da annesini bir süreliğine de olsa komşusuna emanet ederek telaşla evden çıktı. Artık iyice kısalan günün son ışıkları altında salon yavaş yavaş kararırken Esma Hanım ile eski günlerden bahsettiler; İstanbul’da yıllar sonra tesadüfen yine komşu olmalarından, aynı köyde geçen genç kızlıklarından, ‘beyleri’ ile ilk rastlaşmalarından. Utangaçca…
Bu evdeki her şey eskiydi; eşyalar köhneydi, Gülşah Hanım yaşlıydı, arkadaşları daha yaşlıydı, hatıralar bile artık hiç yaşanmayacak demode bir geçmişe dairdi. Uzun bir koridoru andıran evin duvarları giderek üzerimize çullanıyor, hepimizi boğuyordu. Duvarlar erkenden batan güneşi yutuyor gibiydi. Her şeyi hiçliğe, yokluğa boyayan bir gri bütün evi dolduruyordu. Boğulmamak için suyun yüzeyine çıkıp nefes almaya çalıştıkça daha fazla nefessiz kalıyordum. Bu yaşlı kadınla, bu daracık kavanozda kapana kısılmıştım, onunla beraber ben de yaşlanacaktım. Burada ölecektim, yok daha kötüsü hep bu hayatı sürdürecektim.
***
Artık saçları iyice dökülen Gülşah Hanım yatağında sonbahar biterken son kalan yaprakların dökülüşünü izliyordu. Gözü salonun diğer tarafındaki yemek dolabına kaydı. Gülşah Hanım’ın eski kesme çay ve likör bardaklarını sergilediği cam kapaklı vitrinin el işi dantel örtüler serilmiş üst rafları eski fotoğraflarla doluydu. Emin Beyle yan yana durdukları renksiz soluk fotoğraf iki çocuğunun bebeklikten başlayıp torunları kucağına aldığı zamanlara dek sıralanmış resimlerine eşlik ediyordu.
Gülşah Hanım elinde resimle yatağına çöktü. Gözyaşları artık iyice çökmüş yanaklarından süzülerek resimdeki hayat dolu genç kızın kıpkırmızı neredeyse şehvetli sayılabilecek dolgun dudaklarından arta kalan ince çizgilere akıyordu.
O fotoğrafı eline aldığında fark ettim tüm bu vitrinin ve içindekilerin gelen eşe dosta göstermek için değil de bir zamanlar nasıl yaşadığını kendine hatırlatmak için bu şekilde tutulduğunu. Soluklaşan anıları tutma, ya da tutunma çabası. Yaşarken hep Bey dediği ama artık olmayan hayat arkadaşına gözleri dolarak bakarken kaytan bıyıklı Emin Bey’in o zamanın yakışıklı adamlarından biri olduğunu mu hatırlıyordu acaba? Bunun böyle olmadığını resimden görebiliyordum oysa! Yoksa kendisinden onbeş yaş büyük bir devlet memurunun peşinde Anadolu’nun tozlu kasabalarında oradan oraya sürüklenirken iki çocuğu yalnız başına büyütmeye çalışan küçük kızı mı? Herhalde hakikat tam böyle de değildi.
Balıkların hep unuttuğunu düşünürler ama asıl insanlar geçmişi işlerine geldiği gibi hatırlıyor. Her hatırlayışta eski anıları bambaşka şekillere sokmaktan da çekinmiyorlar. Hatırladıkça hatırlananlar silikleşiyor, başkalaşıyor, ve artık hatırlamanın kendisi yeni bir hakikate dönüşüyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor. Ölene dek. Halbuki ben gerçek şeyleri hatırlıyorum. Denizi hatırlıyorum mesela. Yosunları, mercanlar arasında yüzdüğümü hatırlıyorum. Kardeşlerimi hatırlıyorum çokça. Her birinin rengarenk ve masmavi denizin yüzeyinden aşağılara doğru türlü ışık oyunları ile akan gün ışığının altında parlayan yüzgeçlerini görüyorum hala. Deniz’in sonsuz enginliğini, yüzgecimi, kuyruğumu asla bir yere çarpmadan saatlerce yüzebildiğim günleri özlüyorum. Ama en çok denizin sesini hatırlıyorum. İnsanların asla duyamayacağı o boğuk ama bizi çağıran uğultusunu daha dün gibi hatırlıyorum.
***
Gülşah Hanım hastaneden geldiğinde kızının kolları arasından sıyrılıp kendisini yatağa öylece bıraktı. Ardından da daha fazla tutamayıp içindekileri yatağa boşalttı. Kızı Gülşah Hanımı tutup yatakta yan yatırırken yüksek sesle:
- Anne! Anne iyi misin? diye sesleniyordu.
Gülşah Hanım’ın yüzü uzun zamandır ilk defa rahatlamıştı. Kızına evet dercesine gözlerini yumup uykuya daldı.
Yatağa sıvaşan kusmuğu önce ıslak sonra da kağıt havlularla temizleyip mutfağa gittiğinde kardeşine sert bir bakış fırlattı. Adam ablası ile göz göze gelmemek için telefonuna daha da gömüldü. Kısık bir
- Nasıl şimdi? döküldü dudaklarından.
- Çıkardı her şeyi. derken mutfak bezini ıslatıyordu.
- Bu iş tek başına nasıl olacak bilmiyorum. Seninki yardıma gelse ya!
- İkimiz de çalışmak zorundayız, durumumuz senin gibi değil.
Kardeşine öfkeyle bakarken tekrar annesinin yanına döndü. Birazdan yine tartışacaklardı. Aralarındaki öfkenin Gülşah Hanımın iyice ağırlaşmasından çok öncelere gittiği belliydi. Tuhaf olan ölüme bu kadar yakınken hala annelerinin sevgisini kıskandıklarını birbirlerine söyleyememeleriydi.
***
İyice bastıran kışın ortasında Gülşah Hanım artık karanlıkta uyanıyordu. Ya da hiç uyumuyordu. Bu sabah uyandığımda onu salondaki tek pencerenin karşısında son on yılda yükselmiş apartmanların tek tük yanan ışıklarına bakarken buldum. Sokaklar birazdan kalabalıklaşacaktı. Bu şehirde hayat durmazdı. Bu kavanozda ise hayat hiç yoktu. Birden denizin sesini yeniden duydum! Sokak lambalarının salona sızan cılız ışıklarının gölgeleri arasında bir an kendimi denize dönmüş gibi hissettim. Gözlerim biraz alışınca akvaryumun ortasındaki büyükçe karaltıyı farkettim. Benim bu daracık sahte dünyaya yabancılık çekmemem için mi, yoksa dekor olsun diye mi konduğunu bilemediğim deniz minaresi büyük, kıvrımlı bir ağzı olan karanlık bir mağaraya benziyordu. Geniş ağzına yaklaştım, sesi hatırladım; denizin uğultusu. İçeri biraz daha girdikçe denizin sesini fısıldayan derin ve geniş ağız beni yeniden denize kavuşturmak için çağırıyordu. Sesin peşinden minarenin geniş ağzından içeriye yüzdüm. Yüzdükçe ses daha da güçleniyordu. Minarenin derinliklerine yüzdükçe sadece deniz değil hatırladığım tüm anılarım bana seslenmeye başlamıştı. İçerisi karanlıktı ama ben hissediyordum, kayalıkların üstünde avını bekleyen ahtapotların vantuzlarından çıkan sesler oradaydı, mercanların üzerine yansıyan güneş ışığının altında dans eden palyaço balıkları oradaydı. Kardeşlerim bana uzaktan sesleniyorlardı. Daha bir kuvvetle giderek daralan mağaranın kayalarının arasına daldım. Sesler yerini rengarenk görüntülere bırakmıştı. Kayalıklar ışıl ışıldı. Kısa hayatımda gördüğüm tüm balıklar beni karşılamak üzere dans ediyorlardı. Yosunlar her tarafımı sarıyor gibiydi. Biraz daha gayretle kayalıkların arasından dibe doğru yüzdüm. Nefes almak zorlaşmıştı, buna gerek te yoktu. Tüm hatıralarım oradaydı. Balıklar hatırlamaz sanırsınız ama değil, ben hatırlıyorum, renkleri, görüntüleri, suyun altında kırılan ışığın yaptığı oyunları hatırlıyorum. İşte şimdi anılarda kalan, benden çalınan hayatıma, özgürlüğüme yeniden kavuşuyorum. Hepsi burada, denizin tüm renkleri ve tüm sesleri artık benimle. Artık hep beraberiz, burada sonsuza kadar beraberiz.
Gülşah Hanım nihayet günün ilk ışıkları salonu aydınlatmaya başlarken balığın kavanozuna baktı. Göremedi. Son bir gayretle yatakta doğrulmaya çalıştı. Kavanozda Mert’in “Belki kendini evinde hisseder.” diyerek koyduğu deniz minaresi dışında bir şey göremedi. Son kez görevini yapar gibi balık yeminden bir tane kavanoza titreyen elleriyle attı. Mert “Sadece bir tane vereceksin anneanne” diye tembihlemişti ama o sonraki gün için de bir tane daha yem attı. Sonra tüm yem poşetini kavanoza boşalttı. Zorlukla tekrar yastığa bıraktı başını. Gözlerini tavana dikti. Ev sessizdi. Kimse yoktu. Eliyle yastığın altından soluk resmi buldu. Uzun zaman sonra Emin Beyi ne kadar çok özlediğini fark etti. Bir “keşke…hiç yük olmasaydım” çıktı dudaklarından, sonra devam ettiremedi. Ağrıları çoktu. Yatağın kenarındaki ağrı kesiciye uzandı. Bir tane aldı, hemen yuttu. Sonra bir tane daha. Yavaş yavaş tüm hapları leblebi gibi yuttu. Ev sessizdi. Torunları ona bıraktıkları zamanlar artık çok eskideydi. Akşam çocukları almaya gelen oğlunun yemeğe kalacağını bildiği zamanların anıları da silikleşmişti. “İki çocuğa bu yaşta bakamazsın.” diyen kızının sesi de giderek uzaklaşıyordu. Şimdi çok yorgundu. Yüksek binaların arasından gökyüzünü görmeye çalıştı. Hava bulutlanıyordu ve oda giderek kararıyordu. Yeniden daldı.
Bulutlar arasında yüzler vardı, geçmişteki yüzler bulutların arasından süzülen ışıklarla beraber ona bakıyordu. Annesiyle kendisinden çok önce göçen küçük kardeşi de oradaydı. Oynuyorlardı hep beraber. Daha evlenmemişti. Sonra kendi çocukları geldi, hep beraber oynamaya başladılar. Sesler duymaya başladı, çocuklar kavga etmeye başlamıştı. “Ben nerelerden geliyorum, aylardır bakıyorum, siz yoksunuz ortada!” diyordu birisi. “Biz senin kocan kadar zengin değiliz, ikimiz de çalışmak zorundayız.” dedi diğeri sanki. Bulutlar kararmaya başlıyordu. Yağmur yağacak gibiydi. Çocuklar yoktu artık, masada tek başına oturuyordu. Dışarıda yağmur vardı ama Emin Bey gelirdi mutlaka, geldiğinde de sofrası tam olsun isterdi. Mezeler hazırdı, en önemlisi rakının yanında olmazsa olmaz leblebiler. Unutmazdı hiç. Salon ışıkları sönüktü. O gece çok bekledi Emin Bey’i, duvarlar giderek karardı, karanlık sardı tüm evi, yağmur çok yağdı o gece, güneş sanki hiç doğmayacaktı artık.
Çok sonra Emin Bey bu kez rüyasına geldi, gülümsedi ona.
- Sofra hazır mı?
- Hazır Bey, ama çocuklar yok, galiba kavga ettiler yine.
- Olsun büyüttük onları, biz buradayız artık.
Sesler kesildi, sofrada baş başa sessizce oturdular. Emin Bey yavaşça rakısından bir yudum alıp leblebi tanelerini ince parmaklarıyla ağzına atarken herşey olması gerektiği gibiydi. Sofra tamamdı.
Berk Kaan Bingöl
Nisan 2022, Ekim 2024
İstanbul
[Hikaye değil ama resim AI yapımı]