"İyi ki doğdun, mutlu yıllar. Hadi tamam. yeter mi bu kadar?"


Nihayet otuz. o en korktuğum, elimde hiçbir şeyle yakalandığım yaş. Nihayet başlangıcı buruşmanın. Uyanıp güne yaslandım, dağınık bir baş ile kapıda dururken dönüp. Nereye gittiğimi sormasını bekledim. Sormalıydı. Belki yüzümde direnen tek rengi, o ağlatacak derecedeki pembe ruju silmem için bağırıp. bu kadar erken vakit. yeni doğmuşken güneş. Nereye gidiyorsun?



"Çok ısrar ettiler, kutlayalım dediler, o kadar kişi, geri çevrilmez hiç. Gideyim de bir görüneyim, geç kalmadan dönerim. İnan, çok ısrar ettiler."



İnanılacak gibi değildi, kelimeleri yan yana dizmekten zordu yalan söylemek. Titreyen sesimi de alıp düştüğümde yola. İndiğimde merdivenleri. Ve başımı, otuz yıllık bir yaşamı unutacak kadar sert çarpmayı istediğim duvarlarla bakışmayı sürdürdüğümde. Yuvarlak olan her şeye dokunup geçtim, en son, güneşe değdirdim parmak uçlarımı. İnanılacak gibi değildi, ama yalan da sayılmazdı. Öyle güneşliydi gökyüzü, boncuk boncuk terlediğimde. Susadığımda. Bu gün, 30 kere aynı günden geçmiş biri için fazla sıradandı. Adımlar bir iki, bir iki, ezberle süzüldüler. Yönü ben bulmadım. İşte vızıltılar. Ardı ardına çizilen daireler ve yuva. Sarı çizgi, siyah çizgi. Korkulu bir bakışla gelen hüzün, yerini yadırgamış gibi küçülüş. Şimdi burada.


Burada yorgun düşünceleri susuyorum, susmak için hazırım. Oysa doğanın kendi ritminde bir çatlak için neler vermezdim. Oradan sıvışacak, belki bir çift kanat, belki gerçek bir renk edinmek üzere dilenecektim. Yalvarış sayılmaz, ama hüzünlü olduğu kesin. Şimdi, uzunca, sanki yıllardır susmamış gibi susuyorum. Güneşin hangi acıyla bana değdiğini umursamadan.



Biri gelecek ve oturacak yanıma. Tanımadığım fakat bu iyi, kendimi bulmama yardım edecek, onun uzun ellerine bakıp sevineceğim. Onun yüksek ufuklarından bende yok, bende olmayan ne varsa yüzüne fısıldayacağım. Bana da, diyeceğim bir yerinde susmaların, bana da bir gökyüzü bulalım. Bıktım paylaşmaktan her şeyi. evim, sallanan sandalyem hiç ait olamayacak mı bana? Ellerim hep başkalarının avuçlarında mı saklanacak? Ne yapıyorum, ne diyorum, belirsiz. Onu böyle seviyorum, dinlerken hep. Konuşursa çekip gideceğim. Buraya bu ağacın gövdesi için geldim, tenimde yürüyen karıncalar için kaldım, nefesimi tüketirsem tek tek sökülecek düğümlerim.



Biliyorum, buraya her varışımda. Çürüyenlerin kokusuyla burun kıvırdığımda. İnatla bir yaşam kurmaya çalışan karıncaları, arıları rahatsız ettiğimde. Arkam tam bir çöp yığını. Bense hiçbir şey bırakmadım oraya, izlerimi sürmedim. Biraz bakışımı değdirmiştimm, sonra ürperip çekildim geri. Bu taşa niçin oturmuştum başlangıçta, neden benimsemiştim? Anımsamaya dahi çalışmıyorum. Bu sokak, benim gelip geçen yaşamımın bir dekoru, acemi bir oyun. Önümde önce kaldırım, sonra ağaç. Sonra bir yol ve yine ağaç. Ardından bir park yeri ve gözlerim daha uzağı göremiyor. Yabancı yüzler gelip geçiyor, burada duran tek şey benim. Zihnimle dört bir köşeye diktiğim fidanlara uzanıp gülümsüyorum. Bir çöp yığınında, sınırsız köklerle birbirimize bağlı olduğumuzu unutmuyorum. Gülümsemeyi unutmuyorum. Bazen kamburlaşan sırtımdan tırmanıyor karıncalar; mavi, pembe, siyah paçalarımdan içeri sokulacak oluyorlar. O zaman beni bir telaşla yaşama döndürüyor çoklu adımların kaşıntısı. Ben dokunulmayı bir burada öğreniyorum. Ve böyle kutlanıyor yeni yaşım.



"İyi ki doğdun, buraya vardın. Bizden olmak için bir telaşa ihtiyacın yok. Burada duran tek şey sensin"



Hışırdar yapraklar, bundan göz göre göre şüphelenirim. Adımı unutmanın hevesini, bazı kaygıları ve o kaygılardan yayılan griyi toplayıp etrafıma, hesaplaşırım. Bu neyin cezası, neden buradayım? Otuz yıl geçti, neden hala bu taştayım?

Hemen uzaklaşmazsa vuracağım güneşi, küseceğim ona sonra.



Bütünde iyi, yarımda güzel ve sallanan sandalyelerde bir nebze çiçeklenen keder. Onu kimseyle paylaşmayacağım. Oysa, akşamdan kalma bir soğuğu içine çeken bu taşta yaşlanıyorum, yaşlanıyorum ve gidip kendime bir battaniye almalıyım, diyorum. Kaç zamandır kar yağmadığını dahi düşünmeden. Aklım gidip geliyor. Herkese ait o bütünlük yerine bana dair bir eksikliği istiyorum. Esaslı bir düşünce gibi dupduru olmaya yakın. adımızı yan yana yazacak bir durum yaratmanın tam zamanı. Şimdi öldüm, şimdi saklanıyorum. İnan, artık bulunmanın bir anlamı yok.



Biri gelecek, ve durmayı öğrenecek o da. Ben nasıl yapıyorsam. Kalmanın veda etmekten daha zor olduğunu anlarsa, onun uzun ellerine bakıp...

Konuşmayı biliyorum, beni lütfen atlamayın. Gözleriniz, belki gözlerin... belki dünden kalmış merakın... Anlatacak hikayelerim var, fakat ağzımı açtığım an dağılacaksınız. Diye öğrendiğim kuruntu belli ediyor yaşımı. Ne fark eder. karıncalar hiç soruyor mu nerede ne yaptığımı, kaç yıllık yıprandığımı. Yüzünü karşıya döndürürsen. Anlatmaya duracağım.

Yani siz.



Yani... Ancak evimde hissedersem, yeterince rahatlarsam anlamlı birleşiyor kelimeler. Bağlam budur, anlıyor musun? Ağzımdan çıktığı anda kendime kızıyorum, bozuk yapılar, düzensiz yerleşmelerde utançla kaplandım. Yalanla kaplandıkça unutuldu bazı şeyler. Şeyler, yani onları bulamıyorum, onları bulacak vaktim yok. Ya kalkıp gidersen yanımdan ve başka biri de gelmezse? Bağlamdan koparsan, fazla uzatırsam sözü... Sıkılırsan ve ilgini kaybedersem... daha durmayı tam anlamıyla becerememişken gidersen. yeterince vaktim yok anlatmaya. Üst üste bindireceğim tüm bildiklerimi ve anlayacak biri, bunun için geldi. Anlamazsa kalkıp gideceğim.



Süslemek. Yüzümü suyla süsledim, tırnaklarımı bir şeylere uydurdum ve içim kararmasın diye bir pencere açtım. Bak, Bir rüzgar buldum, bir şarkı anladım peşinden. Beğendin mi yüzümde yama gibi duran pembeyi? Bir eski şarkı açsam dinler misin, beni balkonda görsen el sallar mısın? Ya karıncalar, onlar nerede doğuyor hep? Pek hoşlanmadı sorularımdan. Başka bir yere koydu odağını, görmemiş gibi yaptım, bu sus benimdi ne de olsa, paylaşmayacaktım.

Yani eğer gelseydi biri, gelir gibi olsaydı, yine de paylaşmayacaktım.



Çünkü. Yetmişti, yetişmişti yeşil. Seçmiştim onu tüm kargaşanın, tüm adımların ortasında. Karıncalar yetmişti, bana yeni bir giysi, yeni bir ten gibi bürünüp. Gitmeyi de öğrenmiştim, ertesi sabah uyanıp onları burada bulacağımı bildiğimden. Gitmeyi sevmiştim. Üzgün karınca yolu, kaldırım yuvası, arı seslenişi binlerce. Sizi kendi döngünüzde ferah tutacak sözler söyleyemem. Fakat buradayım, bir parçamla, aslında her parçamla anlamayı ve kabul edilmeyi umarak bekliyorum. Yetmişti kargaşa. Ben düzenli bir yaşama inanarak gelmiştim. Belki beni aranıza... sizinle aynı amaç için... hiç sormadan nereye taşınıyor bunca toz diye...Ne fena, evden çağırıyorlar. Ağızlarını el, ellerini ağız biçiminde kullanan kimseler, beni kapılar ardına hapsetmeye.

Git. Beni keşfimle yalnız bırak, beni duyma, tereddütle arkana bakarsan küsmeyeceğim. Yaşlanıyorum, ayaklarıma ağrılar şimdiden indi, kalkıp gidemezsem yarını düşünmeyeceğim.


Biri gelseydi ve otursaydı yanıma, bağırmadan söyleyemezdim bunları, bir çırpıda. Bir çırpıda var gibi hissedemezdim.


Derken yabancı kim varsa onun olacak içimdeki heves. Bu geçip gitmelere şahit olan taşta. Belki bir yıl gençleştim, mumları sönmeden tekrar tekrar yaktım bu sabah. Gazı biten çakmakların, yığınlaşan kibritlerin arasında öylece durup ellerime bakıyorum. Beni izlediğini bildiğimden, beraber bakıyormuşuz ellerime. Yalnız değilmişim, böyle bin kişiymişim gibi. Ufacık bir yuvaya çoklu adımlarla taşınacakmışım gibi. Onunla bir seyretmeyi bölüşmek bile yeter, diyorum içimden. Ondan bana çarpan güçlü bir akım, titrek bir direnç. Şimdi kalkıp gidebilir, gitmek için hazır. Gelseydi. Ne hissetiğini bilirsem kaçınılmazı göreceğim. Kısır bırakıp tüm döngüleri, aslında nereye ait olduğumu bilmezden gelerek, neyi özlediğimi gizleyerek... boş vereceğim. Ne yöne doğrulduğunun bir önemi yok. Buraya kendimi zaptetmeye geldim, susmanın kazancını anlamak için kaldım. dizginden çıkan her anı için bu çöplüğe bir fidan dikmeli miyim?



Sonra beni bir orman içinde seyredip. Beni tüm köklerimle bir edip gülümse. Gülümse çünkü bu kez eve dönmeyeceğim.