Mutsuzluğumu da alarak odama kapandım. Mutsuzluğum, benimle doğmuş ve benimle ölecekmiş gibi sürekli yanımdaydı. Aldığım nefes kadar yakındı. Bazen onu hiç anmasam da o hep benimleydi. Mutluyum dediğim zamanlarda bile içimi kemirmekle meşguldü. Hiç gitmeyeceğini anladığımda artık yirmili yaşlarıma yeni başlamıştım. Hâlâ yirmili yaşlar içerisindeyim. Belki de bu yaşıma kadar doğru çıkacak tek öngörüm, mutsuzluğumun hiç gitmeyecek olmasıydı. Ağlamak, genel olarak mutsuzluğun bir göstergesidir. Belki, mutluluktan ağlarken de o ana kadar erişemediğimiz bu duygu için ağlarız. Belki, mutsuz olduğumuz zaman açılan yaraların, mutluluk gelmiş olsa bile kapanmadığını gördüğümüz için ağlarız. Bilmiyorum, doğar doğmaz niçin ağladığımı... Ömür boyu mutsuzluğumu taşıyacağımı biliyor muydum? Hiçbir zaman bu sorulara net bir cevap bulamayacağımı düşünerek perdeyi de kapattım. Güneşe neden kızgın olduğumu da bilmiyordum. Kızdığımda gözlerim kısılırdı, kaşlarımı çatardım. Son kez kızgınca güneşe baktım ve perdeyi hızlıca çektim.

Sadece beş adım atabildiğim odamın içerisinde ileri geri giderek volta attım. Beni gören birileri yoktu. Gören birileri olsa “bu adam ne çok şey düşünüyor?” diyebilirdi. Düşünceli bir şekilde volta atmaya devam ettim. Oysaki tek düşündüğüm şey; neyi düşünmem gerektiğiydi. Kitaplığımın önünde durdum. Okumam gereken kitaplara hiç bakmazken hep okuduğum kitapları inceliyordum. Hangisinin içerisinde mutsuzluğumun sebebi vardı? Birkaç tanesine okumak için dokunduğumda tekrar elimi çektim. Hızlıca yatağıma atladım. Yorganı tamamen üzerime çekerek karanlığa hapsolmak istedim. Karanlığı çok seviyordum. Karanlıklar genelde sessiz olurdu. Hiçbir şey göremediğim için de sanki görmek istemediğim her şeyden kaçmış hissine kapılarak mutlu olmaya çalışırdım. Yine de karanlıkta mutlu olamadım. Yitirmek üzere olduğum aklım, mutlu olmama izin vermiyordu. Sürekli bir şeyler dönüyordu, kafamın içinde. Kırk tilki olsa bir sonuca varırdım. Sanırım kafamın içinde yirmi üç tane tilki vardı. Her yıl bir tane alabilmiş olsam yirmi üç ederdi, diye düşündüm. Sonradan hiç hatırlamadığım doğum günlerim aklıma geldi. En fazla on tane tilki vardır, diye karar verdim. Her doğum günümde yeni kararlar vermesem bu kadar tilki de toplayamazdım. En az otuz tilkiye ihtiyacım vardı. Bunun için doğum günümü beklemekten vazgeçtim. Kararlar almaya başladım.

O sırada telefonumun titremesi beni rahatsız etmeye başlamıştı. Hiç bakmadan aldığım kararları nasıl uygulayacağımı düşünüyordum. Meraklı olmam buna engel oldu. Telefonumu elime aldığımda mesajlarla karşılaştım. Israrla bir yerlerde oturmak için davet eden arkadaşlarımın mesajını açtığım için cevap vermek zorundaydım. “Ben gelmesem” desem de “kırk yılın başı toplanacağız” şeklinde en son iki gün önce görüştüğüm arkadaşlarım vardı. Zaten kırk yıl bile yaşamamıştık. Bazı deyimler beni gereksiz yere düşünmeye zorluyordu.

Kendimi mecbur hissederek kulaklığımı taktıktan sonra evden çıktım. Kafamı hiç kaldırmadan yürüyordum. Güneşe yaptığım tepkiden sonra çıkmam hem utanç veriyordu hem de geri adım atmak istemiyordum. Ben, mutsuzluğum ve şarkılar birlikte yürüyorduk. Yolu uzatmak için hiç bilmediğim sokaklara giriyordum. Sakin olan sokaklarda cebimdeki telefondan çaktırmadan müziğin sesini kısarak geçerdim. Köşe başındaki insanlar, kapı önünde sohbet eden teyzeler, gizlice buluşmuş sevgilileri gördükçe isteyerek kulak misafiri olmak isterdim. Kulaklık olmadan yürüsem seslerini kısacak, belki de konuşmayacak insanlar, kulaklık olduğu için fazla önemsemeden konuşmaya devam ederdi. Kulaklık olmadığında da neden benim onları duymamı önemsediklerini anlamıyorum. İnsanları dinlemek istememdeki sebep; benden başka mutsuzlar da var mı veya bu insanlar nasıl mutlu oluyor, diye düşünmek içindi. Yine cevaplar bulamadığım sorulardı. İleride gördüğüm çift, tartışıyordu. Hemen kulaklığımın sesini kısmaya başladım. Erkeğin elinin fazla hareket ederek konuşması ve kızın uzaklara bakarak dinlemesini gördüğüm için tartıştıklarını düşündüm. Sesi kıstığımda erkek, “söyleyecek bir şeyim yok” dedi. O anda elinin ve kolunun hızlı hareketleri de kesilmişti. Bu sözü söylerken bile bir cümle kurduğunun farkında olmaması bence sevgisinin saflığından ötürüydü. Müziğin sesini sonuna kadar açtım ve terk edilişim aklıma geldi. Kurduğum uzunca cümlelerin sonuna “seni seviyorum” demiştim. Bu uzunca cümlelere cevap olarak “ben seni sevmiyorum” cevabını aldığımda ben de “söyleyecek bir şeyim yok” demiştim. Ben de cümle kurduğumun bile farkında olmayacak bir saflıkla sevmiştim. Hâlâ saftım çünkü hâlâ seviyordum.

Bu düşünceler eşliğinde sonunda buluşma noktasına gelmiştim. Arkadaşlarımın hepsi benden önce gelmiş ve oturmuşlardı. Herkesin önündeki çay bardakları henüz yarıya inmemişti. Hepsinin kafası yerdeydi. Talihsiz bir şey olduğunu düşünmeme fırsat kalmadan ellerindeki telefonu gördüm. Girişteki boş masalardan birisine oturdum. Beni davet eden arkadaşlarımı izlemeye başladım. Sürekli ve akan bir muhabbet yoktu. Ara ara birbirlerine telefondan bir şeyler gösteriyorlardı. Kırk yılın başındaki muhabbet böyleyse kırk yılın sonu nasıl olacak, diye düşünmek istiyordum. Hatta onlar fark etmeden kalkıp gitmek de istedim. Ben daha bunları düşünürken ayağa kalkmamla fark edilmiştim. Neyse ki orada oturduğumu anlamamışlardı. Herkese tek tek selam vererek oturdum.

“Nerede kaldın?”

“Dolmuşa binmek istemedim. Yürüdüm.”

“Bir fotoğraf çektirelim. Hadi!”

“Ben çekerim, sizi.”

“Fotoğrafçılık yap diye çağırmadık, seni. Otur sen. Bakar mısınız? Bir fotoğrafımızı çeker misiniz?

“…”

“Nasıl olmuş?”

“Beni etiketlemeyin.”

“Neden ya?”

“Telefonum titremesin şimdi.”

Arkadaşlarımın soğuk bakışlarının arasında kayboldum. Buluşmamız bitmişti ya da ben öyle düşünüyordum. Fotoğraf çekiminden sonra fotoğrafı paylaşanlar, etiketleyenler, nasıl çıkmış yorumlayanlar bitmiyordu. Telefonumu cebimden hiç çıkarmadım. Yapmayın desem de titremesi rahatsız ediyordu. Bir çay istemiştim. Çay soğumadan dilimi yakarak hızlı hızlı çayımı yudumluyordum. Diğer oturan insanların da pek muhabbeti olmuyordu ki onları dinleyeyim. Sessizliği bozmak için “eee” diyerek sürekli bir muhabbet açmaya çalıştım. Açılan muhabbetler genelde sosyal medyada gördükleri şeylerden oluyordu. Benim konuşmak istediklerim bunlar değildi. Ben de dayanamadım ve telefonumu çıkardım. Gelen tüm bildirimleri sildikten sonra galerime düşen fotoğrafımızı açtım. “İyi de çıkmışım” dedim, içimden. Fotoğrafta gülüyordum. Fotoğraftaki herkes gülüyordu. Mutlu bir arkadaş grubu olarak görünen fotoğraf hoşuma gitmişti. Telefonumu cebime koydum. Arkadaşlarımın suratlarına bakmak için hepsiyle ayrı ayrı muhabbete girdim. Telefonlarını bırakmak zorunda kalacakları şekilde bir şeyleri anlatmaları için sorular sordum. Yüzlerini yeteri kadar gördüğümde aslında hiçbiri de fotoğraftaki kadar mutlu değildi. Lavaboya gittim. Aynadan kendime baktım. Mutsuzluğum, soyut bir kavramdı. Onu ben bir şeylerle somutlaştırıyordum. Aynaya bakarken mutsuzluğumu suratımla somutlaştırdığımı fark ettim. Arkadaşlarımın yanına gittiğimde arkadaşlarımdan bir tanesi işi olduğu için kalkması gerektiğini söylemişti. O zaman hep birlikte kalkalım diye karar verdik. Herkesle vedalaştıktan sonra hızlıca evime gidiyordum. Yürürken “çok iyi oldu ya yine yapalım” diyen arkadaşlarımın sesi kulağımda yankılanıyordu. “Yine”, “çok iyi” bu kelimeler daha yüksek sesle rahatsız ediyordu. Ben mutsuzluğumla birlikte gelmiştim. Kabul etmiştim mutsuzluğumun yanımda oluşunu ama mutlu olacak şeyler de istemiştim. Mutsuzluğunu taşıyan kişinin tek ben olmadığımı da anlamıştım. Hep birlikte oturduğumuz masanın üzerine mutsuzluğumuzu dökmek istemiştim. Hatta kafamın içindeki tilkileri bile oraya bıraksam kaçıp giderler mi diye de düşünmüştüm. Belki mutsuzluklarımızla birlikte olmak yerine arkadaşlar olarak birlikte olsaydık mutsuzluklar yanımızda olsa da sessiz kalacaklardı. Bu düşüncelerle gittiğim yerden o sahte fotoğrafımız sayesinde bir şeylerin farkına vararak dönmemden başka bir şey beni mutlu etmiyordu.

Mutsuzluğumu da alarak hızlı adımlarla odama girdim. Işığı açtım. Perdeyi açtığımda güneş yoktu. Yıldızlara bir selam verdim. Telefonumu dağınık yatağımın üzerine fırlattım. Henüz kapağı açılmamış kitaplarımdan bir tanesini rastgele açarak kokladım. Üzerimde yeni bir heyecan ve mutsuzluğum vardı. Yaklaşık üç ay önce aldığım ama kullanmaya kıyamadığım defterimi ve kalemimi aldım. Bundan sonra yine mutsuzluğumu yanımda taşıyacaktım ama onu suratımla somutlaştırmayacaktım. Yeni kurbanım, kıyamadığım defterimdi. Gün boyunca yaşadıklarımı düşündüklerimi yazdım. Bir başlık bulamamıştım. Yazdıktan sonra koşarak aynaya bakmaya gittim. Yazmanın benim için ne kadar etkili olacağını merak etmiştim. Tekrar koşarak odama geldim. Yazdıklarımı okumamıştım. Okumak da istemedim. Mutsuzluğumla yüzleşmeye gücüm yoktur belki diye düşündüm. Başlık yazmam gereken yere geldiğimde mutsuzluğumu bırakıp kalemimi aldım ve başlığı yazdım. “Gülüyorum”.