Sanırım başım yaklaşık yirmi saattir nefesimle buğulanan bu cama yapışık. Verdiğimiz birkaç molayı saymazsam eğer, bir an olsun ayırmayı başaramamıştım. Üşengeçlikten değil, daha çok meraktı benimkisi. Bitmez tükenmez yolların arasına serpilenleri, sıkışanları izliyordum. Yeniden kuruyup dökülmeyi bekleyen koca yapraklı ağaçlar, elektrik direğine kuyruğunu kaptıran kurtarılmayı bekleyen uçurtmalar, kerpiç duvarları yıkılmış tarumar olan köyler, henüz sürülmemiş taşlı topraklar, yeşilliğin üzerindeki coşkun kuzuları için kepenekleri altında gözcülük yapan çoban sopalarını görüyordum. Gördüğüm başka şeyler de vardı tabii, yanımdan hızla geçen otobüslerin içinde benim gibi başını cama yaslayan insanların korkunç yüzleri. Benim kadar heyecanlı görünmüyorlardı. Zorla sürgün ettirilmiş, felakete gönderilmiş gibiydiler. Kanları çekilmiş, aynı hastalığa yakalanmanın ceremesini çekiyorlardı. Öyle solgun öyle bezgindiler. Gün doğumuna doğru giden otobüsleri gördükçe neden onlarla aynı yolu paylaştığımı sorgulamaya başlıyorum. Zihnimde koca burunlu ve yaşlı olan o bilgenin silüeti canlanıyor, sözleri kulaklarımı çınlatıyordu: ‘‘Yazmak mı istiyorsun, ruhunu doğurmak mı istiyorsun? Buralarda durma. Burada herkes ve her şey aynı. Gün doğumuna git. Bakirlik seni orada mutlaka bulacaktır.” diyordu. Yaşlı bilgeye göre sağlıklı bir ruhun doğumu ancak bakir topraklarda gerçekleşebilirdi ve bakirliğe ulaşmak için de belirsizliği karşınıza almanız gerekirdi. Belirsizliğe karşı gitmek, çekinmeden adım atmak, benim gibi ruhuna kavuşmak isteyen cesur ahmakların işiydi. Bu ahmaklar serüvene koyulmak, kendine pay çıkarmak için elinden geleni yaparlardı. Örneğin yetmişi devirmiş, bilge olarak saydığım şu yaşlının sözleri kadar yeterlilik ararlar. Yeterlilik kimileri için bazen bir başlangıç bazen de bir sondur. Fakat serüvenciler son ve başlangıçla ilgilenmez, ikisinin arasında yatan ebediliği ararlar. Serüvenci olmanın, ebediliğe ulaşmanın şimdilik yarattığı tek sıkıntı oturmaktan belime ara sıra giren sancılar ve dizlerime çöreklenen kramplardan ibaretti. Neyse ki tüm bu acılar birazdan son bulacaktı. Çünkü kravatlı, yüzü temiz olan müjdeci hazırlanmamız gerektiğini, varmak üzere olduğumuzun anonsunu geçiyordu. 


Uzun bir tıslama sesinden sonra otobüste kargaşa başlıyordu. Saatlerdir yolun bitmesi için sabır gösteren şu insanların bir nefeslik tahammülleri bile kalmamış, midelerindeki son ekmek parçasını da kusarak atmışlardı artık. Ayağa kalkmak istesem de ilk denememde kalkamıyor, dizlerime atılan bağı çözemiyordum. Diğer yolcuların tahammülsüzlükleri, itiş kakışları devam ederken yaşanan hengâme bana tekrar gayret veriyordu. İkinci defa ayağa kalkmayı deniyor ve nihayetinde kalkıp başımı camdan ayırabiliyordum. Bir bulantı hissinden sonra çok çocuklu ailelerin ardından iniyordum otobüsün merdivenlerinden. İçi çuval, koli ve kasalarla tıka basa doldurulan bagajların kapağı birer birer kaldırılınca etrafımızı çekçekli hamallar sarıyordu. Bu çekçekler, iki tekerleği yükü taşıyan tahta gövdenin tam ortasına sabitlenmiş, gövdenin altından uzanan kollardan insan bedeninin sığabileceği, tutup çekebileceği bir kısımdan oluşuyordu. Orta Çağ'dan kalma bu icatla karşılaşmam hayretler vericiydi benim için. Dudaklarımda henüz yeni başlamak üzere olan şaşkınlığın silsilesi vardı. Donakalıyor, enfes bir seyre dalıyordum. Selamlaşma ve vedalaşma sesleriyle bagaj dakikalar içerisinde boşaltılıyordu. Çekçekler, titremeden ve kişnemeden yükün sahipleriyle yürüyüşe geçiyordu. İşte o zaman düşünmeden edemiyordum. Tüm atlar öldürülmüş müydü? Yoksa henüz bu coğrafyada evcilleştirilmemiş miydi de kaşları kadar esmer olan bu adam çekçeğiyle beni karşılamaya gelmişti? Başında kasketi, üstünde güneşin yaktığı eski bir ceket ve altındaki şalvarıyla dikilmişti önüme. Gırtlaktan gelen gür sesiyle “Aliyê te bikim, Aliyê te bikim?”* diye tekrarlıyordu sözlerini. Durduğum yerde buz gibi çözülüyor, sendeleyerek zihnimin derinliklerinde bir arayışa çıkıyordum. Bilmediğim fakat alt komşumdan, otobüsteki ön koltuktan tanıdık gelen bu lisan karşısında bir çıkmaza giriyorum. Nezaketle “Bir sorun mu var?” diye sorunca aynı çıkmaz, aynı belirsiz ifadenin hamalın da yüzünde belirdiğini görüyordum. Onun da beni anlamadığını, anlamak için de çabalamadığını görüyordum. Aksi gözleri artık üzerimde değildi. Çevremde dolaşıyor, ısrarla bir şeyler arıyordu. Eğer ki yükümün olup olmadığını soruyorsa, bunca şey birkaç parça yük içinse başımı iki yana sallıyordum. Tek yükümün ön cebimde duran kalem ve defterden ibaret olduğunu ve onu taşıyacak güçte olduğumu anlamasını bekliyordum. Kısa süre içinde sanırım beni anlamaya başlıyordu. Çünkü gözleri ilk heyecanını yitirmiş, gittikçe hüzne batıyordu. Sanki bir kez daha umduğunu bulamamanın kırgınlığını yaşıyordu içinde. Eve yine eli boş gitmenin utancını, eşine ve çocuklarına karşı duyacağı mahcupluğu şimdiden gösteriyordu uzun zamandır kuru kalan, terlemeyen o kırışık alnı. Sonra gözlerini bir anlık kapatıp tekrar açarak yol verircesine çekiliyordu önümden. Onu sonunda anlıyor, saklamak istediği yorgunluğundan yakalıyordum. Bakışlarında ortaklık, tüm dillerde anlaşılan o mana yatıyordu. Onun gözlerinde tüm insanlığın konuştuğu o ana dil sızlıyordu. O yıllardır yılmadan, usanmadan kaldırdığı çekçeğin altında artık eziliyordu. 


Yüzleşmekten korktuğum, bir borçludan kaçar gibi koşar adımlarla uzaklaşıyorum hamalın yanından. Üstümdeki şu terleten harareti atmak, soluklanmak, yüzüme birkaç avuç su çalmak istiyorum. Köşe başında duran, ölüsü için dua bekleyen bir hayrata uzanıyor ellerim. İyice yaklaşarak boyun eğiyor, musluğun soğuk tenine sürüyorum ensemi. Boğulmama ramak kala çekiyorum dudaklarımı musluğun ağzından. Tenimdeki kuraklık giderilmiş, iliklerime bulaşan ferahlıkla yürümeye devam ediyordum. Cadde boyunca Kırklar Dağı'na doğru secdeye yatırılmış başıboş çekçekler görüyordum. Bazıları ise yükleriyle hareket halindeydi. Yük kimi zaman belden aşağısı tutmayan, hasır bir sepete oturtularak bana el sallayan kanlı canlı bir insan, kimi zaman ise kestane renginde ahşap bir dolap olabiliyordu. Sonra dolabı istenilen noktaya taşıyan hamalın, yük sahibiyle olan sözlü dövüşünü duyumsuyordu kulaklarım. 


“Yirmi lira diyiyem sana. Paramı ver.” 

‘‘Ne yirmi lirası? Bağdat’tan getirdin dolabı?” 

“Bağdat’tan getirmedim ama elli metre dik bir yokuştan getirdim.” 

“La havle! İnsanlık yaramıyor... Bu kadar isteyeceğini bileydim kamyonet tutardım kendime!” 

“Bu nasıl insanlıktır? Sırtım kırıldı, paramı ver yeter.” 

Gözleri kan çanağına dönen yük sahibi:  

“Yav senin hakkın on lira. İstemisen siktir git!” diyerek parayı hamalın suratına fırlatıyordu. 


Sözlü dövüşün uzamasını, temaslı bir hale gelmesini istemiyordum. Olduğum yerde hakkaniyetli bir teraziye dönüştükten sonra şu meseleyi çözmek için tam adım atmaya hazırlanıyordum ki göremediğim bir güç durduruyordu beni. Sanki müdahale edersem Tanrı’ya kafa tutacak, kurduğu tüm dengeyi bozacakmışım hissine kapılıyordum. Ya hakkaniyetin ölçüsünü şaşırıp yargımı yük sahibinden yana kullanırsam tüm hamallar “Bu yargı adaletsiz.” deyip hamallığı bırakmaz mıydı? Hamalsız bir dünyayı Tanrı dahi düşünmek istemezdi. Bu işleri yürütecek başka kişiler bulmak zorunda kalabilirdi. Belki de yapmam için beni seçecekti. Hem de ruhumun doğumuna bile izin vermeden. En iyisi bu dövüşe hiç karışmamaktı. Zaten hamal da o parayı almaktan başka çaresinin olmadığını kabullenmişti. Kırışık parayı düzeltmeden cebine koyarak gözlerindeki küfür kasırgasıyla uzaklaşıyordu. 

 

Tabelası "Emek" olan bir çarşıda dolanıyordum. Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla çarşılar gürültülü ve karmaşık olurdu. Ama bu çarşı, aşkına küsen ve ötmeyi kesen bülbül kadar sessizdi. Yer yer bir çekiç sesi kırıyordu sessizlik dalgasını. Dükkânların önünde sergilenen bakır kazanlar, tencereler, cezveler... Ve emeklerinin başuçlarında bekleyen, hiç olmadığı kadar yalnız kalan ustalar. Alın çatılarında birikmiş bir küslükle çaylarını yudumluyorlardı. İsimleri unutulmuş, saygınlıkları yitirilmiş, eski şöhretlerinden eser kalmamıştı. Oysa atalarına verdikleri o kutsal yemin hâlâ yüreklerinde mühürlüydü. Kıyamete kadar demirler dövülecek, bakırlar işlenecekti. Her sabah dükkânlarını bu yeminle açarak sönmek üzere olan ateşlerini harlıyorlardı. “Zanaatkârız biz!” diyorlardı. Zanaatkâr olmak için sadece yıpranmış ve helal olan ellerin olması yeterli değildi. İçinde bir onur taşımakla başlıyordu her şey. Birçok zorluğa karşı çıkmak, göğüs germekten geçiyordu. Onların dertleri işsizlik, parasızlık değildi. Çıraksız kalmanın sıkıntısını çekiyorlar, şeref bayrağını devredecekleri eleman bulamıyorlardı. Belki de bozulmak için gününü gün eden bu dünyanın en ağır yükünü onlar taşıyordu. Kıyamete daha çok vardı ama şimdiden yok olmaya yüz tutmuş olan bu kültürün son koruyucuları olduklarını biliyorlardı. Ve söylediklerine göre, ne pahasına olursa olsun yeminlerine bağlı kalıp ömürlerinin son demlerine kadar çocuklarından çok sevdikleri çekiçlerini, örslerin üzerinde savuracaklardı. 


Çarşıdan ayrılıp önüme çıkan ilk sokağa dalıyorum. Sadece dalmak değil benim yaptığım. İçinde biraz dağılmak da var. Bir bütün olarak serin ve dar sokaklara giremeyeceğimi, tüm duvarlara dokunamayacağımı biliyordum. Paramparça olup dağılmalıyım her bir yana. Her bir yanım kaybolup bulunmak için haykırıncaya dek. Daha derinlere gitmeliyim. Ancak öyle ulaşabilirdim sokağın kalbine. Çünkü ben en büyük sırların sokağın kalbinde yattığını da bilirdim. 


Gökyüzünde kanatları henüz kırılmayan beyaz güvercin sürüleri damdan dama konarak kısa ömürlü özgürlüklerini kutluyorlardı. Bir yel çarpsın diye kapıları ardına kadar açık olan yüksek tavanlı evlerin girişlerinde, ailelerin namahremlerini koruyan örtüler asılıydı. Demir korkuluklu pencerelerden sarkan minik ayaklar, yakında toprağa basacaklarının heyecanını yaşıyordu. Tandırlara vurulmuş, bacalardan tüten yağlı ekmeğin tadı midemi kazıyordu. Sonra aniden önüme fırlayan, yalın ayaklı bir grup çocuğun koşuşturmasına tanık oluyordum. İçimden bir ses ayakkabılarımı çıkarmam gerektiğini, onlarla beraber koşuşturmamı söylüyordu. İçimdeki sese karşı nazlanmıyordum. Yaptığım ayıp da sayılmazdı. Ayakkabılarımı elime alıp peşlerine koyuluyordum. Bırakın birlikte koşmayı, yanlarına bile yaklaşamıyordum. Ayağıma batan canımı yakan her şeye ana avrat söverek iz sürüyordum. Buralara ait olmayan bu tabanla başka ne yapılabilir ki… 

Sonunda bir gediğe tünerken yakalıyorum onları ve yüzüm artık güleçti. Gedikte bir kıçlık yer alıyorum. Daha önceden tanışıklığımız varmış gibi nereden geldiğimi, kim olduğumu sormamışlardı. Hoş ya zaten nereden geldiğimi, kim olduğumu da bilmiyordum. Atletini ters giyen ve diğerlerinden daha hızlı koşan çocuk burnunu koluna sıyırdıktan sonra ikramını sunuyordu bana. Babasının zulasından yürüttüğü bir dal sigarayı kibritle beraber avuçlarıma bırakıyor, ilk dumanı benim almamın daha doğru olacağını söylüyordu. Dediğini yapıp ilk dumanı tüttürmeye başlıyordum. Sonra elden ele dolaşıyordu sigara. Dört kişiyle kaçak bir sigarayı dönmenin hazzını yaşıyordum. Bir anlık liseli yıllarıma göçüyorum. Yakalanma korkusuyla soluk soluğa sigara içtiğimiz kazan dairesine; “Korkmayın çocuklar sizi ele vermeyeceğim.” diyen hademenin merhametine karışıyordu aklım. Sanki o merhameti elime almış ve her çekişte tüketir gibiydim. Şüphesiz liseli yıllarımda içtiğim kadar lezzetliydi bu zıkkım. Ve en az o yıllar kadar hüzünlüydü sonu. Sonu hüzünle bitmeyen ne vardı ki?

Vedalaşmak için doğrulup kalkıyordum. Ayakkabılarımı giyinip teker teker sarılıyorum yalın ayaklı çocuklara. Sonra henüz ak düşmeyen şakaklarımdan öpülüp uğurlanıyordum. 


 

Bin yıllık bir kapıyı aralıyorum. Birkaç adım sonra dört bir yandan surlar çeviriyor etrafımı. Aşıp geçmek istiyorum bazalt denilen bu taş yığınlarını. Eksik ve yıkık merdivenlerden soluk soluğa tırmanıyorum. Düşmekten beterim ama artık en tepedeyim. Tam da Tanrı’nın avuçları arasında bir yer ediniyorum. Bir yanım dağlar, ovalar; bir yanım bulutlara dalan mavilikler. Kirpiklerimin arasında tırpanlarıyla doğan uygarlıklar ve kılıç sesleriyle yok oluşlar... Genzimi yakan barut kokusuna, asırlardan gelen dilsiz kavalın heyulasına karışıyorum. Güneşe doğru hürmetle bağdaş kurup yazmak için ön cebimden kalem ve defter çıkarıyorum. Dakikalar geçiyor hatta saatler... Nihayet yazacaklarım bitiyor. Defter kapanıp cebe girmeden önce sayfalar dolusu yazdığımı sanıyordum. Oysa tüm yazdığım yakarışlı bir cümle: “Beni de doğur ey kanlı rahim!” diye bağırıyordu. Cümle bağırıyor, ben ise susuyordum. 


Hangi taşa basmanız gerektiğini öğrenmişseniz; surlardan inmek, çıkmaktan daha kolay oluyordu. Etrafı insan yığınlarıyla sarılmış bir türbeye dönüyor yüzüm. Az sonra avluya varmış oluyorum. Umut tohumu yetiştiren bir bahçeye girmiş gibiyim. İnsanların Tanrı’ya görünmek istemesi, dertlerine derman bulması için nasıl bir seferberlik ilan ettiğine tanık oluyorum. Ebeveyn olmak, mal mülk sahibi olmak, sevdiklerine kavuşmak, günahlarının bağışlanması, ahiretten sonra cennetten pay kapabilmek için dilek diliyorlardı. Fakat sadece dilek dilemek de yetmiyordu bu insanlara; türbenin demirlerine çaput bağlıyorlar, avlunun ortasından akan, zemzem kadar şifalı olduğu düşünülen sudan içiyorlar, türbenin duvarlarını ovalayıp ellerini yüzlerine sürüyorlar, yerden aldıkları minik taşları türbe duvarının üzerindeki oyuklara yerleştiriyorlardı. Eğer ki taş düşmeyip duvara tutunmayı başarırsa dileklerinin kabul olacaklarına inanıyorlardı. Fakat benim dikkatimi çeken, tüylerimi kabartan, gözlerimi çivileyen başka bir şeyle karşılaşıyordum. 

 

Henüz onuncu yaşını kutlamamış bir erkek çocuğu, avluda kurbanlık koç gibi yere yatırılmıştı. Sırtüstü yatırılan çocuk boğulurcasına çırpınıyor, kısacık bacaklarıyla tekmeler savuruyordu. Babası, çocuğun kaçmasını ve toz kaldıran tekmelerini engellemek için tüm ağırlığını vermeden bacaklarına oturup kollarını kavrıyordu. Annesi ise çocuğun başını zemine sabitlemiş, çenesini gererek alt ve üst dişlerini birbirinden ayırıyordu. Yüzlerindeki telaşla, tören hazırlıkları tamamlanınca beklenen insan kalabalığı yararak çıkageldi. Boynuna astığı, kabaran sakallarının altından sallanan yarım metre uzunluğundaki tespihiyle, yeşil cübbe ve sarığıyla sağ elini kalbine koyarak selamlıyordu anne ve babayı. Cildi parlak, hayli gösterişli olan kitabını açıp içinden sureler okuyarak elindeki anahtara ahenkle üflüyordu. Okuma ve üflemeler bitince yere çömelerek anahtarı önce çocuğun ağzına sonra da diline sürmeye başladı. Çocuk hırıltılar ve inlemeler içinde diline dolanan anahtarı her seferinde tükürüyordu. Beklenen insan, agresif bir tavırla ”Anahtar en az beş dakika dilinin üstünde kalması gerek yoksa imkânı yok bu dil çözülemez” diyordu. Anne, çocuğun daha fazla direnmemesi için “Memo, Memo” diye bağırarak sarsıyor, ağzına zorla sokuşturulan anahtarı tükürmesin diye çenesini kapatarak sıkıştırıyordu. Geri sayım başlarken hala Memo’nun bacaklarının üzerine oturan çaresiz babaya soramadan edemiyordum.


“Geçmiş olsun, sorun nedir?” 


“Sorma ağabey başımıza gelenleri. Normalde kırmızı araba diye diye başımın etini yiyen bu çocuk, on beş gündür tek bir söz söylemedi. Sanki dilini yutmuş.” 


“ Eee... doktora götürmediniz mi?”

 

“Yok, daha götürmedik. Benim kadın tutturdu 'oğlumun güzelliğini kıskandılar, dil bağlama büyüsü yaptılar' diye. Dayanamadı buraya geldik. Hele bir efendimiz durumuna baksın. Olmadı doktora da götürürüz.” 


“Anladım, tekrar geçmiş olsun. Umarım en kısa sürede düzelir.” 


“Sağ olasın, inşallah ağabey.” 

 

Beklemeye devam ederken etrafımızı bir kalabalık sarmıştı. Türbeyi ziyarete gelen diğer insanlar kendi dertlerini bırakmış, Memo’nun başucunda tırnaklarını kemirerek bekliyorlardı. Hele aralarında bazıları vardı ki tek dilek haklarını Memo’nun bağlanan dilinin çözülüp şifa bulması için kullanıyordu. Ve büyücüsünü hiç tanımayan Memo vaktini doldurunca beklenen insanın talimatıyla ağzındaki anahtardan kurtulup ayağa kaldırılıyordu. Bütün avlu sesini kesip ibadetlerini yarıda bırakmış, Memo’nun ağzından çıkacak ilk söze dikkat kesilmişti. 

Ben de tüm kalbimle Memo’nun yanındaydım. İçimden “Hadi Memo yapabilirsin.” diyerek destekçisi oluyordum. Memo üstüne yapışan toz dumanını silkeledikten sonra yüzündeki sızlanmayı keserek beklenen insana döndü. Dudaklarını oynatıyor, yutkunuyor, dilini kaldırıp indiriyor fakat bir “a” sesi bile çıkaramıyordu. Beklenen insan bu arada önce kafasını kaşıyor, sonra da nefesinin etkisini artırmak için direkt Memo’nun yüzüne üflüyordu. Lakin değişen bir şey olmuyordu. Annesinin büyük umutlarla getirip bel bağladığı beklenen insanın nefes ve töreni hüsranla sonuçlanmıştı. Memo büyücüsünün gazabıyla yüzleşmeye devam ediyordu.  


Annesi, “Efendim...” deyip beklenen insanın gözlerinin içine bakarak tatmin olabileceği bir açıklama istiyordu. 


Beklenen insan, ”Öyle sitemli bakma bacım. Ben napayım, bu çocukta öyle bir çene var ki dilini ancak İngiliz anahtarı çözer.” deyince kalabalığın içinde gülüşme sesleri yükseliyordu. Bazıları da sırf gülmemek için sırıtarak dudaklarını ısırıyor, gözlerini ayak uçlarına devirerek beklenen insanın bu söylemine kayıtsız kalmaya çalışıyordu. Ciddiyetin dağıldığını gören baba, ağlamaklı surat ifadesiyle “Bir konuşsa yemin billah kırmızı arabayı da alıcam. Yeter ki konuşsun, hiç susmasın, başımın etini yemeye devam etsin.” 


Bunu duyan Memo aniden babasının önüne atlayarak “Gerçekten alıcan mı?” deyince hepimizin suratında aynı şaşkınlık yatıyordu. Şaşkınlığımızı gören Memo kendisini ele vermenin korkusuna kapılmış, sırf kırmızı arabayı aldırmak için günlerdir ebeveynlerine çektirdiği çilenin pişmanlığını taşıyordu. Yalanı ortaya çıktı diye ödü kopuyor, annesinin öfkeli hallerini anımsıyordu. Cezası asılmak olmayacaktı ama annesinin şimdi o kudretli lastik terliğini eline alıp, kulağından tutup döve döve avludan sürükleyerek çıkaracağını düşünüyordu. Fakat düşündüğü gibi de olmuyordu. Annesi hemen Memo’yu kucaklayıp sıkıca boynuna sarılarak ağlamaya başlıyor, yanağından süzülen birkaç damla gözyaşından sonra beklenen insana dönerek “Şükürler olsun size efendim. Allah tuttuğunuzu altın etsin. Sayenizde oğlumun dili çözüldü.” diyerek beklenen insana memnuniyetini ve mahcubiyetini sunuyordu.  


Memo tekrar konuşmaya başlayınca tüm avlunun umut emsali oluverdi. Avludakiler yek avazla “Efendim...” diyerek beklenen insanın etrafına toplanıyor, erkekler sırayla ayaklarına kapanıp hırkasından başlayarak ellerine kadar öpüyor, kadınlar ise beklenen insanın sadece omuzundan öpüp aynı şifanın kendilerinde de tesir etmesini bekliyorlardı. Pek de haksız sayılmazlardı aslında. Öyle ya da böyle Memo buraya gelerek dili çözülmüş, sonunda şifayı bulmuştu. Sıra belki de onlara gelmişti. 

 

Türbeden, avludan tüm bu insanlardan uzaklaşıyorum. Altından geçtiğim bin yıllık kapıyı tekrar aralıyorum. Neydi bakir olan? El değmemiş, kullanılmamış, sömürülmemiş olan mıydı? Hiçbirini göremiyorum. İnançlar sömürülmüş, kültürler yozlaşmış, insanlar kullanılmıştı. Bu topraklarda doğacak her ruh ölü olacaktı. Benim ölü bir ruhu doğuracak kadar cesaretim yok. Ikınmalara, tıkanmalara dayanacak bir bedenim de... O yüzden bakirliği aramaya, gün doğumuna gitmeye devam ediyorum. 


*Aliyê te bikim: Kürtçe, “Sana yardım edeyim.”