Acının kendini imha etmesini bekler gibi, yatıyordum büsbütün. Sabahı akşamı ayırt etmeden, kaskatı kesilmiş şekilde yatıyordum. Ünlü bir konuğu -ölümü- bekliyordum.
Gün doğuyor ve tek kanat pencereden içeri güneş misafir oluyordu odama. Gece gelen hareketli gölgeler gibi geçici bir misafir. Ben de kimsesiz olduğumdan, insansızlığımdan, belki biraz da kafadan kontak düşüncelerim yüzünden bu misafirleri ciddiye almaya başlıyordum. Onları bekliyor, onlarla derin sohbetlere giriyor, acıdan ve neşeden bahsediyordum. Korktuğum gölgelere korkularımı sıralıyordum.
Aynadan da korkuyordum ki bunun sebebi belliydi: uykusuzluğun çatlattığı gözlerim. Sanki ben uyurken rüzgarla birlikte odama cadılar doluşmuş, göz bebeklerimin çevresine keskin tırnakları ile çizik atıp gitmişler gibiydi. İşte bu yüzden gözlerimin içine bakmaya bile cesaretim yoktu.
Kemiklerime yoğun ağrılar yüklenmişti sanki. Harekete duyarlı ağrılardı bunlar. Elimi sırtıma attım. Parmaklarımı arka kaburgalarım arasına yerleştirdim. Cildim ölü bir bedenin cildiydi adeta. Kupkuru ve sertleşmiş deri.
Pencereye doğru döndüm yüzümü, güneş beni ağlatmak için gelir gibiydi. Gözlerim sulanıyor, kızarıyor ve daha da acıyordu. Birkaç ay üstüne ilk defa ağlayacaktım. Ve artık bu anı bozmak için uğraşmayacaktım. Susturmayacaktım kendimi.
Uzun zamandır ilk defa bir şey hisseder gibiydim. Gözlerime hakim olamıyordum. Gün doğuyor, insanlar sokağa yavaş yavaş çıkıyordu. Ağlarken insan daha bir dolu oluyordu.
Oturmak yetmedi, ayağa kalktım. Oda içinde yarı çıplak yürüyordum. Ama ne yürümek! Ölümden beter, bir adım atışım saatlere bedeldi…
Yürümek de yetmedi, sesim çıkmaya başladı. Artık sessiz ağlamıyordum. Hatta bu ağlamak gibi de değildi. Asalak sesler gibi başlamış, devamında kükremekten farksız bir hale dönüşmüştü.
Kendime çok acıyordum. Ağlamayı bile beceremez bir hale gelmiştim. Yatağın kenarlarına tutunarak dizlerim üzerine çöktüm. Halının kenarında oturmuş başımı yatağa yaslamıştım. Bir süreliğine sesim kesilmişti. Sadece ağlamaktan burnumu çekip duruyor, derin nefesler alıp veriyordum.
Yaşlar hala süzülüyordu suratımdan. Ellerim katlı dizlerimin üzerinde birer ceset gibi duruyorlardı. Elden çok, yaşlı bir ağacın dalları gibiydi. Zayıflıktan, belimdeki siyah pijama düşüp duruyordu.
Benim ise hiçbir şey umurumda değildi. Son bir kere, ama çok içten bağırdım. Ruhumu verir gibi bir bağırış. İnsan başka nasıl rahatlayabilirdi ki zaten?
Çok mu şey istiyordum, yoksa yokluktan, istediklerim gözüme fazla mı görünüyordu? Bilmiyordum. Odadaki duvar saati durmuştu ama günde sadece bir dakikalığına doğruyu gösteriyordu. Ben de bu saatin bir benzeri olmuştum dünyada. Bozuktum, durağandım, hatalıydım. Ama bildiğim bir şey vardı ki, nadiren de olsa doğrulardım varlığımı.
Sırtımı iyice yasladım yatağa. Ellerimi gövdeme çapraz şekilde getirip omuzlarımı tuttum. Kemiklerimi avuçluyordum. Çok acizdim. Sisifos’tan bile daha çaresiz. Bir o kadar zayıf ve bitap düşmüş durumda, açık penceremden dünyanın uyanışını dinliyordum. Güneş yaklaştıkça araç sesleri çoğalıyordu. Dakikalar geçtikçe insanların adımları, seyyar satıcılar, hayvanlar, sağda solda sızıp kalan adamlar meydana çıkıyordu. Benim için hayat hem bir miktar gerçek hem de tam tersi kadar sanrısallaşıyordu.
Saniyeler aleyhime işliyordu. Bilincim suda yüzen balıklar kadar başıboştu. Gözlerim kararıyordu ve insanın canının çıktığını anladığı anlarda bile bir şeyler düşünebilmesi heyecan vericiydi. Zihnimi örümcek ağları gibi saran tüm düşünceler eriyor, bir bir yok oluyor, gözlerim açılmamak üzere kapanıyordu.
Ruhumu veriyordum, güneş tam odama dolmuşken, turuncu ışıkları yüreğimi ısıtırken son bir kez, bir şey düşündüm; gün doğarken öldüğümü düşündüm.
Gün doğarken ölüyordum, zaten ben yaşarken de insanlığın tam tersine gidiyordum. Ve hep biliyordum, yürürken bile kendi ölümüme yürüyordum.