“Yaz!” diye bağırıyorum kalemime. Yaz ki içime akıtmayayım bu kezzabı. Yazanlar, doğrusu kağıtla dertleşenler anlayacaktır elbet bu trak’ı.

Lime lime doğruyorum vicdanımı, hissediyorum. Metrodaki küçük kız çocuğuna şiirler yazmıyorum artık, mutlu çekirdekler görmek istemiyorum. Çocuğunu okuldan almaya genişçe giden çekirdekler hele ki… Sızlıyorum sızım sızım ve evet diyorum, teşekkür ediyorum, şefkate şefkatle nasıl karşılık verilir bilmiyorum.

Mutlu bir aile olmayı beceremiyoruz elli yıldır. Gülümsersek kıyametler kopacak gibi sanki. Dişlerimiz elimize dökülecek, dilimiz yanacak hatta. Sarıldığımız ellerimiz çürüyecek ve kalbimiz daha ne kadar olabilirse o kadar kara olacak. Biliyoruz ki siyah kendinden utanacak. Bir sefer yaşlı bir amca görmüştüm bir yerde, ağlıyordu, ona yardımcı olan birisine teşekkürler edip ağlıyordu. Kırışık ellerinin tersiyle yumuk gözlerini siliyordu topallayarak. Ne hissettiğimi anlatacak kelimem yok, saatlerce ağlamıştım. Sarılmak istemiştim ona. Şimdi aynı hissi aynaya baktığımda hissediyorum. Saatlerce ağlayasım geliyor bu kadına. Yazık diyorum, acıyorum, odamda kaybolan tarağımı ararken bile yazık sana diyorum içimden. Kendime üzülüp ağlıyorum. Mutluluk yapışmıyor üstüme, yakışmıyor da bir yandan. Dizilerde gördüğüm mutlu yuvalara misafir oluyorum, şaşırıyorum. Şaşkınlığım belli olmasın diye ayak uydurmaya çalışıyorum. Elbette beceremiyorum. Ama mutlu oluyorum. Kendimi kırkımdan sonra bisiklet sürmeyi öğrenmeye çalışıyormuş gibi hissediyorum. Sanki hiç pes etmemiş gibi hissediyorum.

Nereye aitim, bilmiyorum Mera. Evim nerede, adresim neresi, memleketim, köyüm, odam.. Odam nerede, bilmiyorum.