“Bana bakın!” diye söze girdi sinirle. Ne bir anda etrafını saran bunca insanı tanıyordu ne de kulakları, sessizliğe alışmış zihni bu kadar gürültüden memnundu. Etrafındaki gürültücü dilenciler, bu had bilmezler bu yaşına kadar bedenini nasıl böyle dinç tuttu sanıyorlardı? Dinç bir beden dinç bir kafadan geçerdi. Ama bunlar böyle gürültü yapıp durdukça insanda dinçlik mi kalırdı? Bunların hepsini yakalamalıydı, aman dilemelerine müsaade etmeden atmalıydı demir parmaklıkların ardına. O zaman da böyle kendini bilmezce konuşsunlardı bakalım, müsaade eder miydi hiç? O demir parmaklıklar insanın yüzüne kapandı mı bir anda kediye dönerdi hepsi; eşinden, çocuğundan bahseder, aman dilerdi. Fakat o yer miydi bunları? Ciğerini bilirdi böylelerinin, iki güne kalmaz hepsi o mağrur tavırlarına bir kenara bırakır eşkıyalığa başlardı. Böyleydi işte bunlar, yüz verirsen astarını ister yok hiç merhamet etmezsen o zaman en fena yanlarını gösterirlerdi sana. “Göstersinler!” diye bağırdı. Onlardan korkan onlar gibi olsundu, bugüne kadar kaç tanesini mum etmişti biliyor muydu bu dilenciler? “Ah emekli olmasaydım.” diye geçirdi içinden. Onu emekli olmaya mecbur etmişlerdi de ne olmuştu? Böyle hadsizler, kendini bilmezler ortalıkta rahatça dolaşır olmuştu işte, memlekette sessizlik kalmamıştı. Dilenciydi bunların hepsi, suçluydu. Evet, böyle hadsizce yanına geldikleri yetmiyormuş gibi bir de bas bas bağırıyorlardı. Üstelik o kadar çok bağırıyorlardı ki ne dediklerini anlayamıyordu bile. Hoş anlasaydı da yardımcı olacak değildi ama önemli miydi? Koskoca emekli polisti o, amirdi, bütün teşkilat ağzından çıkacak bir lafa bakardı. İşi gücü bırakıp etrafını saran üç beş çapulcunun derdiyle ilgilenecek değildi elbette, sussunlardı ona yeterdi. 


Elini kuvvetle yanındaki masaya vurdu, “Sessizlik!” diye bağırdı. Gür çıkan sesi neredeyse kendisini bile titretecekti, bu yaşına rağmen nasıl da güçlü kuvvetliydi hala, göğsü kabardı. Şu koskoca memlekette onun gibisi yoktu, bir suçluyu tanıması için bir bakış atması yeterdi, şahin gibiydi gözleri. Öyle zeki bir adamdı ki gurur duyuyordu kendisiyle, kim kaçabilirdi ki onun elinden? Bütün o hırsızları, katilleri, gürültücüleri eliyle koymuş gibi bulur, ağızlarını bile açmalarına müsaade etmeden yere sererdi. Güçlüydü. Heybeti görenleri titretir, bağırmasına gerek kalmadan herkesi ip gibi dizerdi karşısına. Bu yüzden çekememişlerdi ya onu, gücünü, heybetini, başarılarını kıskanmış, arkasından türlü dolaplar çevirmişlerdi. Onlara da soracaktı bütün bunları, kolay mıydı elinden kurtulmak? Herkese hesap soracak, tek tek kapatacaktı bütün defterleri. Belki o zaman şu emeklilik belasını kabullenmesi de daha kolay olurdu. İnsana kendisini bir işe yaramaz hissettirmek kimin haddiydi! Ama o, hepsine ne yapacağını biliyordu. 


Önce en pahalı terziye gidecek, ülkenin en iyilerini ayağına getirtecekti. Üzerine kalıp gibi oturan, pahalı olduğu her halinden belli olan bir takım ısmarlayacak, “Aman ha,” diyecekti, “Dikkat edin. Yoksa atarım hepinizi içeri! Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Polis diye önünde muma döndüğünüz o adamların şefiyim ben, amirim! Ama ne bilsin sizin gibi cahiller. Bütün ülke benim ağzıma bakar. Aman amirim, siz rahat edin yeter diye diye pervane olurlar etrafımda. Yüzünü bile göremediğiniz bakanlarla oturup kalkarım, en güzel sofralarını benim için kurarlar. Yanlarına girdim mi hepsi ayağa kalkar, saygıda kusur etmezler. Evin küçükleri hemen yanıma gelir, şirinlik yapmaya başlarlar. Akılları sıra şirinlikleriyle benden para alacaklar. Benim gözüme bakın gözüme!” Tam o sırada elleriyle gözlerini gösterecek, bakışlarındaki sertliği ve ardında yatan zekayı iyice bellesinler diye bir süre sessiz kalacaktı. Titreyeceklerdi karşısındakiler, birbirlerine bakacak “Şu gözlere bak!” diyeceklerdi, “Böyle göz ha! Toz uçsa yakalar bu bakışlar.” Ama o sertliğini hiç bozmayacak, yaptıkları yalakalığı görmezden gelerek bir el hareketiyle savuşturacaktı. “Bu gözleri başka kimsede göremezsiniz. Hele bir oyuna getirmeye çalışın beni, bir dikiş eksik atın, kumaşın bir kenarını kırıştırın işte o zaman bozuşuruz sizinle. Siz söyleyin benimle bozuşmak ister misiniz? İster misiniz sizi tuttuğum gibi o karanlık odaya alayım da sorguya çekeyim?” Bağırarak söylediği bu cümlelerle karşısındaki terziler iyice korkacak, dört elle işlerine sarılacaklardı. Memleketin en güzel takımını iki saatte hazır edecek, yerlere kadar eğilerek kendisine vereceklerdi. Onun layık olduğu tam da buydu işte, o saygı görmeyecekse kim görecekti? Bugüne bugün amirdi o, şefti, herkes tanır sayardı, korkarlardı. Korksunlardı, herkes korksundu ondan, yoksa kimsenin gözünün yaşına bakmaz atardı içeri. Atamaz mı sanıyorlardı? Kendilerini kandırsınlardı o zaman, kendilerini bileklerinde bir kelepçeyle yürürken bulduklarında anlarlardı kimi alaya aldıklarını. Herkese gününü gösterirdi, onu zorla emekli eden o alçaklara da gösterecekti elbette. 


Yeni takımını giydikten sonra bir de en pahalısından bir cüzdan alacaktı. Bir şefin, böylesi saygı değer bir adamın elbette pahalı bir cüzdanı olurdu. Cüzdanı gösterdi mi herkese yeterdi, ellerini kavuşturur “Aman şefim,” derlerdi, “Ziyaretinizle bizi onurlandırdınız.” Hepsini bir telaş alırdı sonra, böylesi saygın bir adama nasıl hizmet etmeliydi? Fakat o kimseyle vakit kaybetmeyecek lüks aracıyla onu emekli eden alçakların yanına gidecekti. Arabası binanın önünde durup da içinden inince oradakiler önce gözlerine inanmayacaklar sonra pişmanlıktan kavrulacaklardı. Şefleri, amirleri bu kadar saygın bir beyefendi olmasına rağmen onca zahmete katlanıp yanlarına gelmişti, ama onlar ne yapmıştı? Arkasından türlü türlü oyunlar çevirmiş, bu saygı değer insanı suçluları haksız yere darp etmekle suçlamış, yöntemlerini eleştirmişlerdi, yetmemiş bir de emekli etmişlerdi. Suçlunun hakkı mı olurdu? Ama ne bilsindi bu cahiller, polislik hayatı boyunca nefes aldırdığı bir tane bile suçlu kalmış mıydı? Hepsi ayak seslerini duyduğu gibi deliğine çekilir, yoluna bile çıkmazdı. Şimdi ise ortalıkta kol geziyorlardı işte. Gezsinlerdi, onu emekli eden herkesin tepesine çöküp canlarından bezdirsinlerdi, belki akılları başlarına gelirdi de kendisi gibi bir şefi kaybetmenin ne demek olduğunu anlarlardı. “Suçluyu darp ediyormuşum…” diye hayıflandı kısık bir sesle. Bu dilencilerin hak ettiği temiz bir sopa değildi de neydi! O yapması gerekeni yapıyordu, bilirdi bu içten pazarlıkçı ayak takımını. İnsanın altından girer üstünden çıkar, duygularını kabartır sonra da sıvışıverirlerdi. Ama o yemezdi bu ucuz oyunları, şefti o, amirdi, adamı bakışından tanırdı.


Arabasından iner inmez elinin tersiyle omuzundaki olmayan tozları silkeleyecek, etrafındaki küstahlara göz ucuyla bile bakmadan binaya girecekti. Saygın beyefendiler böyle yapardı. Onun da hakkıydı, ne kadar saygı varsa hepsi onun hakkıydı. Etrafındakiler onun bu saygınlığı karşısında tek kelime edemeden kalacak, pişmanlıktan oracıkta perişan olacaklardı. Şeflerine böyle alçakça bir davranışı nasıl da yapmışlardı! Ama olan olmuştu bir kere, içlerindeki şeytana uymuş, amirlerini emekli etmesi için müdüre kadar gitmişlerdi. Ah o müdüre giden ayakları kırılsaydı, dilleri tutulsaydı, şimdi çok pişmanlardı ama neye yarardı? Şefleri yüzlerine bile bakmamıştı, oysa sadece şef değil öğretmenleri de olmuştu. Etrafta başı boş gezen o kadar çapulcuyu nasıl toplayacaklarını öğretmemiş miydi? Hem de mecbur değilken! “Nankörler!” diye bağırdı öfkeyle, “Nankörler! Hepiniz göreceksiniz, aman şefim diyeceksiniz, ne olur geri dönün, çok pişmanız. Beter olun! Hepiniz sürüneceksiniz ardımdan, o pis ellerinizi benim biricik pantolonuma uzatacak, paçalarıma yapışacaksınız. Ama yer miyim ben artık, sizin gibi alçaklara kanar mıyım ben! Gözlerime bakın gözlerime!” Etrafındaki gürültücü kalabalığa gözlerini göstermek içine ellerini kaldırdı, kimseyi göremedi. Kaçmışlardı demek, demek korkup kaçmışlardı. Kaçarlardı tabii, kim korkmadan durabilirdi onun karşısında? Hepsini çiğ çiğ yerdi, hapislerde çürütürdü. “Gözlerimi bakın!” diye bağırdı bir kez daha. Kaçsalar bile çok uzaklaşmış olamazlardı, bir yerlere gizlenmiş korkuyla bekliyorlardı muhakkak. “Ben o alçakların aman etmesine inanır mıyım artık, onların gizlemeye çalıştıkları o pis gülüşleri kaçar mı bu gözlerden! Hepsini süründüreceğim, şefim ben, amirim! Hepinizin amiriyim! Herkesi yakalarım, falakaya yatırırım hepinizi, kimse kaçamaz elimden. En çok saygıyı ben hak ediyorum, suçlunun hakkı olur mu, sizin hakkınız sopadır, sopa! Meydanı boş buldunuz geziyorsunuz ortalıkta ama hepiniz göreceksiniz. O müdür de görecek! Cüzdanımı çıkarıp koydum mu masasının önüne beni selamlamak için yerlere kadar eğilecek, af dileyecek benden. Sen gittiğinden beri memleket çapulcularla doldu, her yerdeler diyecek, yardım isteyecek. Eder miyim ama? Ben o beş para etmez alçağa yardım eder miyim! Beter olsun. Bırakmayacak beni, yalvaracak, biz bir suçlu nasıl dövülür bilmiyoruz aman şefim ne olur bari onu öğret diyecek. Öğretir miyim? Sen adam dövüyorsun böyle polislik olmaz deyip bana dil uzatan o adama öğretir miyim hiç! Sürünsün, beter olsun. Memleketin halini gören bakanlar sorguya çekecek o alçağı, sen o amiri nasıl işinden ettin diyecekler, memleketi sen bu hale getirdin şimdi topla bütün bu dilencileri diyecekler. Karşımda diz çökecek, af dileyecek benden, sen olmazsan memleket elden gidecek diyecek…” Durmadan bağırıyor, yumruklarını duvara, masaya indiriyor, yerleri tekmeliyordu. Herkes ondan af dileyecekti, o olmadan memleket ayakta kalır mı sanıyorlardı? Kalmamıştı işte, daha biraz önce etrafını o çapulcular sarmıştı. Şimdi gitmişlerdi ama yarın yine geleceklerdi, her gün geleceklerdi, kimsede huzur kalmayacaktı. O boşuna mı eziyordu onların başlarını, pejmürde görünümlü, ağızları kokan bu ayak takımı mı hak ediyordu saygıyı? Buna anca gülerdi, sonra da kalkıp bunu söyleyenleri döverdi. Bir tek o hak ediyordu saygıyı, şefti o, amirdi. Kolay mıydı şef olmak, ne sanıyorlardı, ortalıkta boş boş dolaşıp keyif çattığını mı? Bütün ülkenin kahrını tek başına çekiyordu, gecesini gündüze katıyordu bu işe yaramazları yakalamak için. Ama karşılığında ne almıştı? Hiç! Emeklerinin karşılığı kocaman bir hiçti.


Bağırdıkça öfkesi artıyor, öfkesi artıkça daha çok bağırıyordu. Kendi sesinden başka hiçbir şey duyamaz olmuştu artık; kulakları, duvarlar kendi sesiyle çınlıyordu. Hani başında bağırıp duran o hadisizler neredeydi, nereye gitmişlerdi? Giderlerdi tabii, kim durabilirdi onun karşısında? Bağırtılarının arasından birilerinin ona yaklaştığını gördü, işte geliyorlardı demek, gelsinlerdi, gelsinlerdi de böyle saygı değer bir beyefendiyi rahatsız etmek ne demek hepsine göstersindi. Havaya savurup durduğu yumruklarına kollar uzanıyor, o ise ustaca bu kolları kendinden uzaklaştırıyordu. Bu ne cüretti! O pis eller uzanamazdı ona, kimse uzanamaz, dokunamazdı. Etrafında benzer görünümlü insanlar bir şeyler söylüyor ama o kendi sesinden başka hiçbir şey duymuyordu. Biraz sonra bağırtılarının arasından ince bir ses çarptı kulağına, herhalde yakınındaydı. “Sakin olun.” diyordu, ne diye sakin olacaktı? Burada kimse saygı göstermiyordu ona, oysa o saygın bir beyefendiydi, polisti, şefti, amirdi, ülkenin kahrını tek başına çekiyordu, herkes ona saygı duyacaktı. Getirip atmışlardı onu buraya, ne işi vardı onun dört duvar arasında? Dışarıdaki çapulcuların yeriydi burası, saygın beyefendilerin değil!


“Saygın bir beyefendiyim ben!” diye bağırdı, gücünün tükendiğini hissediyordu, sesi kısılmıştı sanki. Herkes başına toplanmış ellerini, yumruklarını tutmaya çalışıyordu. “Korkaklar!” diye geçirdi içinden, onu buraya attıkları yetmemiş bir de birlik olup üstüne çullanmışlardı. Şimdi dışarıda suçluların peşinde olmalıydı o, bu yalnız izbede değil! İçinde bir çaresizliğin, özlemin kaynadığını hissetti. Yıllarca ülkesine verdiği hizmetlerin karşılığı burası mı olacaktı, bu tek başına kaldığı oda mı? Yanında kalan diğer yaşlılarla aynı yerde yaşamayı hak etmiyordu o, sokaklarda olmalıydı. Bu pijamaları değil ülkenin en iyi terzilerin elinden çıkma takımını giymeliydi. Daha o alçak müdüre hesap soracaktı, hani cüzdanı neredeydi? Ne diye ona iş yapamaz demişlerdi de bu buruşmuş insanlarla dolu yere getirip bırakmışlardı? Bir tane bile çapulcu yoktu burada, bir tane bile! “Alçaksınız!” diye bağırdı son kalan gücüyle, yavaş yavaş gücünün tükendiğini hissediyor etrafındaki sesleri zar zor duyuyordu. “Kriz geçiriyor.” diyorlardı, bu ne küstahlıktı, bir şef asla kriz geçirmezdi. Hele buradan bir çıksındı o zaman görürlerdi, bu yumruklarına uzanan kolları bir bir tutacak, hepsine hesap soracaktı. Bir amirin işine engel olmaktan hepsini içeri atacaktı, falakaya yatıracaktı, ülkeyi o kurtaracaktı. Herkesin bir tek ona ihtiyacı vardı ama ne bilsindi bu ahmaklar. Anca o zehri verip adamı bayıltmasını bilirlerdi, bayılmayacaktı bu sefer, kaybetmeyecekti gücünü, şefti o! Amirdi! Ona uzanan tüm kolları yere sererdi ama gücü çekilmeye başlamıştı yine gözleri kararıyor, sesi gittikçe kısılıyordu. 


“Şefim ben.” Diye mırıldandı kısıkça, kimse bilmiyordu onun değerini, ülkeyi kurtarıyordu o, bütün ülkenin kahrını tek başına çekiyordu, çapulcular saygıyı hak etmezdi, hepsini hakkı kötekti, saygıysa tümüyle onun hakkıydı. O şık pantolonu giyecek, cüzdanı müdürün masasına fırlatacaktı, herkes yerlere kadar eğilecekti karşısında, bakanlarla görüşüyordu, kızları para istiyordu, gözlerine bir baksınlardı yer miydi o bu ucuz numaraları. Bayılmayacaktı, direndi. Gözünün önünde bütün insanlığa hesap sorduğu, bağırdığı, yumrukladığı, gücüyle gururlandığı görüntüler hızla geçerken gözleri kapandı. 


Şefti o, amirdi. Şefler de mi bayılırdı? Kendine gözlerini kapatalı çok olmuştu, işte şimdi dünyaya da kapatıyordu. Yere batsındı! Kimsenin değerini bilmediği bu dünyada yaşayıp da ne yapacaktı? Hoş bayılınca insan ölmüyordu ama canı çıksaydı da bu aşağılanmayı görmeseydi. Ama o yapacağını biliyordu, gözünü açtığı gibi o cüzdanı alacak herkesi önünde diz çöktürecekti. Bu hayal ile rahatladı, dudaklarını kıvırmak istedi. Kıvıramadı.