Belirli bir ailede; belirli bir çevreye, topluma, zamana doğarız. Doğumdan itibaren bu çevreyle ilişki içerisindeyizdir. Anne babanın veya bakım verenin bizimle nasıl iletişim kurduğu, bize nasıl seslendiği hatta nasıl baktığı bile sonraki yaşantımızı, kuracağımız ilişkileri, bizim kendimize bakışımızı etkiler. Aslında çevrenin etkisi doğumdan da önce başlar diyebiliriz. Anne babanın kendi çocuklukları, kendi ebeveynleriyle kurdukları ilişkiler ve ileride nasıl bir anne baba olacaklarına dair fikirleri, bebeğe olan yatırımları ve dolayısıyla bebekle kurulacak ilişkiyi de etkiler. Bunlarla beraber içerisine doğduğumuz çağın/zamanın insana ve çocuğa bakışı, sosyal ve ekonomik koşullar da bizi doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Biz bu zamanda doğmuş, büyümüş çocuklar olarak geçmiş dönemlerdeki çocuklara göre birçok açıdan şanslı sayılırız çünkü geçmişte öyle olmasa da günümüzde oldukça yaygın olan ve gittikçe yaygınlaşan bazı düşünceler, fikirler mevcut. Bunlardan bir tanesi (şu anda bize çok bariz gibi gelse de geçmişle günümüz arasındaki farkı daha iyi anlayabilmek adına bu örneği veriyorum); çocuğun/bebeğin şu anki yaşantılarının gelecekte onu iyi veya kötü şekilde etkileyebileceği düşüncesidir. Orta Çağ dönemine baktığımızda böyle bir düşüncenin olmadığını görürüz. Çocuklar, yetişkin insanın minyatür versiyonları olarak görülür, gücü yettiği ölçüde (çoğu zaman yettiğinden de fazla) çalışmak zorunda kalırlardı. Anne babalar çocuk üzerinde her hakka sahiplerdi. Bugün çocuk hakları ihlali sayılan birçok davranış normal ve zararsız görülmekteydi. Rönesans'la birlikte başlayan çocuğa bakıştaki değişiklikler, Aydınlanma Dönemi'nin önemli düşünürleri John Locke ve J.J. Rousseau'yla birlikte hız kazandı. Rousseau'ya göre ilk 12 yaş, çocuk için çok önemliydi ve bu dönemde öğrendikleri, ilerideki karakterini büyük oranda belirlemekteydi. Daha sonraki filozofların ortaya koyduğu fikirler ve psikoloji çalışmaları (özellikle Freud'un analitik kuramı ve psikopatolojileri anlamlandırmak ve tedavi etmek için gidebildiği en erken dönemlere kadar gitmesi), bu düşüncenin giderek gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağladı. Bu düşünceyle beraber farkındalık oluşmaya başladı, yeni bilgiler ışığında yeni eğitim modelleri geliştirildi ve belki de en önemlisi toplumun, ebeveynlerin çocuğa bakışı değişti, çocuğa yönelik hassasiyet ve farkındalık gelişti. Örneğin bundan bir 50 yıl öncesine kadar toplumumuzda devam eden "çocuktur, düşe kalka bir şekilde büyür" vb. düşünceler artık pek de yok. İnsanlar çok küçük yaşlardan itibaren çocukları üzerine titriyor, iyi eğitimler almaları için çaba gösteriyor, olası patoloji veya öğrenme güçlüğü durumlarında psikologlara, psikiyatristlere, özel eğitim öğretmenlerine başvuruyor. Uygulama kısmında oldukça fazla hata olsa da bu farkındalığın oluşması bile kurduğumuz medeniyet açısından, bizim açımızdan güzel şeyler ancak çocuğa yönelik gerek ebeveyn tutum ve davranışları gerek çocuğun eğitiminden ve gelişiminden sorumlu diğer birey ve kuruluşlar açısından katetmemiz gereken daha çok yol olduğunu düşünüyorum. 


Daha doğmadan birçok etkenin etkisinde kalan insan yavrusu diğer memelilere kıyasla oldukça zayıf bir şekilde dünyaya gelir. Birçok memeli yavrusu doğumdan sonra kısa sürede yürümeye başlar (örneğin bir alageyik 15 dakikada yürümeye, 1 saat içerisinde de koşmaya başlayabilir), ergenliğe ve yetişkinliğe geçiş yapar. İnsan yavrusu ise uzunca bir süre yürüyemez, yetişkinliğe de oldukça geç başlar. Bakım veren olmazsa hayatta kalması mümkün değildir. Onu uygun şekilde besleyecek, vücut ısısını dengede tutacak birine ihtiyacı vardır. Bunlar da yeterli değildir çünkü fiziksel ihtiyaçları yanında ruhsal ihtiyaçlarının da karşılanması gerekir. Dokunulmalı, sevilmeli, şefkatle bakılmalı ve tüm ihtiyaçları zamanında karşılanmalıdır, geciktirilmemelidir. Bu derece zayıf ve bu derece çevrenin etkisine açık bir varlık kendini güvende hissetmek ister. Çünkü bahsettiğimiz zayıflıkları daha en başından itibaren hisseder. İhtiyaçları düzenli karşılandığı sürece sorun yoktur ancak düzensiz bir bakım verilmesi, ihtiyaçlarının geciktirilmesi durumlarında bunu varoluşsal bir problem olarak yaşar. Bu korku gerçek ve bir o kadar da güçlüdür çünkü gerçekten de ihtiyaçları karşılanmadığı durumda ölür. Eğer başlangıçta ihtiyaçları düzenli bir şekilde karşılanırsa, bakım verenle güven ilişkisini kurabilirse zamanla gecikmelere, yokluklara alışabilir. Artık gecikmeler varoluşsal bir problem olarak yaşanmak yerine "evet, annem şu anda yok ama birazdan gelecek" şeklini alır. Bu güven ilişkisini kuran bir bebeğin daha sağlıklı gelişeceğini ve ileride daha sağlıklı ilişkiler kurabileceğini söylemek mümkün, zira daha sonra kurduğumuz ilişkiler ilk nesneyle kurduğumuz ilişkiyle doğrudan bağlantılıdır. 

   

Güven ilişkisinin kurulmadığı, bebeğin ihtiyaçlarının düzenli bir şekilde karşılanmadığı senaryoda bu durum bebek tarafından ağır şekilde deneyimlenir. Yetişkin insanlar dahi bu ilişkiyi kurmak için gayret gösterir, sağlıklı ilişkiler kurabilmek veya devam ettirebilmek adına bazı şeylerden vazgeçer, bazen istemediği şeyler yapar. Ancak söz konusu yetişkin hayatı olduğunda bu ilişkinin kurulamaması veya bozulması, bebekteki gibi bir sonuca götürmez. Çünkü normal/nevrotik bir bireyde belirli oranda güçlü bir benlikten söz edebiliriz. Bebekte ise benlik/ego gelişimi sağlanmamıştır. Dünyayı bir yetişkin gibi görüp anlamlandıramaz. Kendisini annenin/bakım verenin gözünden görür. Annenin onunla kurduğu ilişki sayesinde/kadarıyla kendini tanır. Bu sebeple annenin bebeği yok saydığı, ihtiyaçlarını karşılamadığı durumda bebek bunu varoluşsal bir problem olarak yaşar, kendini tanıyamaz, değersiz hisseder. Bu durumla baş edebilmek adına bazı savunmalar geliştirir. Bunlardan biri Ferenczi'nin (1930) "Wise Baby" olarak tanımladığı erken olgunluktur. Bebek/çocuk zihinsel olarak yaşıtlarına göre erken gelişmek, ruhsal anlamda baş edemediği bazı şeylerle zihinsel anlamda baş etmek durumunda kalır ama bunu yapması ruhsallığın yeterince gelişmemesi anlamına gelir. Bu durumu Winnicot (1960) ise "False self" kavramıyla açıklamıştır. Wise baby veya false self durumlarının gerçekleşmesi durumunda ileride bazı problemlerin yaşanabileceğini söyleyebiliriz. İlerleyen yaşantıda bu kurulan ilişkilere de yansıyacaktır. Örnek vermek gerekirse kişi erken dönemde yaşadığı değersizlik hissini tekrar yaşamamak, terk edilmemek adına bağımlı bir ilişki profili gösterebilir, her türlü fedakarlığı yapar, ilişkide kendisi yok gibidir; beklentilerini, isteklerini ilişkiye katmaz. Veya bu durumla baş etmek adına kendini pasif konumdan aktif konuma sokar; güven vermeyen, tutarsız bir konumda ilişkilerinde karşısındakine değer vermez, kontrol kendisindeymiş gibi yapar. Veya narsistik bir profil gösterebilir. Tüm yatırımını kendine yapar, güçlü görünür, bir başkasına ihtiyacı yok gibidir ama aslında oldukça zayıftır ve narsistik pozisyonunu devam ettirebilmek için de bir ötekine bağımlıdır. Verdiğim örnekler daha rahat anlaşılması içindi, bunlar mutlaka gerçekleşir veya bunların gerçekleşmesinin tek nedeni budur demek yanlış olur. Çünkü bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz gibi insan davranışları birçok faktörün etkisi altındadır ve insan davranışlarını basit bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde açıklamak sağlıklı değildir. Her insan biriciktir, kendi yaşantıları, deneyimleri ve çevresiyle birlikte anlaşılmaya çalışılmalıdır.