Taşlı yollarda, sırtında çanta, aklında iç içe geçmiş düşüncelerle ilerliyordu. Ne yapacağından bihaber, boş bakışlarını karşısında duran uzun yola çevirdi. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmiyordu. Anne-babası yıllar evvel onu bırakıp gittiğinde bile bu kadar çaresiz hissetmemişti kendini, bu kadar öksüz, bu kadar yetim...


Düşünceler zihnini kurcalarken cebinde ne kaynaklı olduğunu bilmediği bir ağırlık hissetti. Elini attığındaysa küçük cepte bir miktar para buldu. Şaşırdı ilk başta fakat daha sonra bu paraları evden apar topar çıkarken bu minik cebe iliştirdiğini hatırladı. Tekrar cebine koyduğu paralarla ne yapabileceğini, nereye gidebileceğini düşündü. Biraz ilerde bir tren istasyonu olduğu geldi aklına sonra. Bir an, trene binip yüreğinin götürdüğü yere gittiğini hayal etti. Adımlarını hızlandırırken kendisini biraz olsun özgür hissetmeye başladı. Bir yandan aceleyle yürüyor, diğer yandan etrafını inceliyordu ilk defa görüyormuşçasına. Uçsuz bucaksız bir gök, yemyeşil ağaçlar, rengarenk çiçekler, hürriyetiyle mesut kuşlar...Ya bu kadar güzelliğin içinde eksik hissettiği de neydi? Ruhunda bir şeylerin noksanlığı, yerini doldurmak için koyduklarının eğretiliği vardı. Birkaç dakika boyunca yürüdükten sonra önünde perspektifsel uzanan tren raylarını gördü. Ayaklarını sürüyerek istasyona doğru yürüdü. Büyükçe bir masanın arka tarafında oturan adama, kendisine rastgele bir bilet vermesini istedi. Adam bu isteğe şaşırdıysa da kızın ifadesinin değişmediğini fark edince masanın alt tarafında eline gelen ilk bileti genç kıza uzattı. Kız ise bilette ne yazdığını umursamadan masadan uzaklaşıp rayların biraz gerisine doğru gitti. İşte her şey yolundaydı, elinde hangi şehrin yazdığına bile bakmadığı bir bilet, önündeyse upuzun bir yol vardı belki de. Aslında hiçbir şey yolunda değildi, yolda olan sadece oydu. Düşünceler beynini istila etmiş beklerken yaklaşan trenin sesi yüreğinde bir kıpırtı yarattı. Yaklaşan tren değil de mutluluğuydu sanki. Yıllardır ulaşamadığı küçük mutluluğu...İhtimaller huzura yol yapıyorken yüreğinde, vagonlar yol yapıyordu asılda yolculuğa.

Tren tam önünde durmuştu, bir an tereddüt edip ona sonsuzmuş izlenimi veren vagonlarına baktı. Kim bilir kaç insan, kaç hayat hikayesi barındırıyordu sinesinde bu koca metal yığını? Bilmediği bir his adımını içeri attırdı. Karşılıklı odacıkların arasında dar bir koridor uzanıyordu boylu boyunca. Şuursuzca yürüdüğü koridor boyunca geçtiği odaların sayısını tutamamıştı aklında. Böyle amaçsızca yürürken arkasında bıraktığı odalardan birinde fısıltıya benzer bir ses işitti. İleri adım atmasını engelleyen bu ses ayaklarını geri geri götürdü. Sesin geldiği odanın perdesi aralıktı. Bu küçük aralıktan görebildiği tek şey arkası dönük dışarıyı izleyen, ak saçlı bir adamdı. Söylediklerini daha iyi anlayabilmek için biraz daha sokuldu perdeye.

”Bir gün gelir de unuturmuş insan / En sevdiği hatıraları bile / Bari sen her gece yorgun sesiyle / Saat on ikiyi vurduğu zaman / Beni unutma...”

Bir yerlerden tanıdık gelen bu mısralar, ak saçlı adamın dilinde farklı bir ahenk yakalamıştı. Son mısra hala dudaklarında ve -belli ki- yüreğindeydi. ”Beni unutma...” Adam derin bir iç çekişin ardından arkasını döndüğünde genç kızı fark etti. Fakat kız, bu minik şiir dinletisinin etkisinden hala çıkamamış olacaktı ki, uzaklara dalmış bakıyordu. Bir an üstünde yaşlı bir çift gözün varlığını hissedince kendini toparlamaya çalıştı. Biraz utangaç biraz mağrur, adama bakıyordu. ”Ah, pardon! Ben...” Cümleyi tamamlamaya çalışsa da kafasındaki her şey olmaması gereken yerlere gitmişti. Yaşlı adamsa pek şaşırmışa benzemiyordu. ”Sanırım sesim sizi rahatsız etti kızım, kusura bakmayın.” Genç kız, adamın kendisine kızacağını düşünürken böyle bir tepkiyle karşılaşınca şaşkınlığını gizleyemedi.”Yok, hayır bayım. Aksine bu mısraları böyle içli, böyle güzel okuyanı ilk defa duyuyorum. Asıl bu güzel anı böldüğüm için siz beni bağışlayın.” Adam bu sözlerden memnun kalmış olacaktı ki ”Zannediyorum ki şiire ilgin var evlat.” dedi. Kız uzun olacağını düşündüğü bu konu için içeri geçip oturmaya izin ister gibi baktı adama. Yaşlı adam kızın içini okumuşçasına ”Bu konular derindir kızım, bir o kadar da özeldir. Gel içeri; muhabbet olan yerde huzur vardır, sevgi vardır.” diyerek onu içeri davet etti. Kız aldığı cevabın mutluluğu ve biraz da mahcupluğuyla odaya girip adamın karşısına oturdu. Sırtındaki çanta, fazlalığını hissettirmiş, kız da onu alıp yan tarafında koymuştu. Kendisi küçük bir masanın üstündeki vazoyu incelerken adam da dışarıyı seyrediyordu. Kız konuya girmek için ”Benim ismim...” diye sözlerine başlayacaktı ki karşısındaki tuhaf adam onu yarıda kesip konuşmaya başladı. ”İsim...” deyip uzunca sustu. Kız sessizliği bozmak istemedi. ”İnsana başkaları tarafından raptedilen, ömürce taşıması; kullanması tembihlenen bir ‘sıfat’. İsim dediğime bakma. İsim bir sıfat. Sadece hitapta kullanılan, insanı tanımak adına hiçbir ipucu vermeyen bir ön ad. Anlamını sorduklarına bakma, öğrendiklerinde hala bir şey bilmemiş oluyorlar.” Adamın, sözünü kesmesinin normalde kızı sinirlendirmesi gerekirken şimdi aksine onu, konuşmanın daha da içine hapsediyordu. Tortulaşmış gibi görünen sakalları, başına taktığı kibar kasketi, üstündeki salaş palto ve elindeki estetik baston, onu tam bir filozof gibi gösteriyordu. Konuşmaları ise onun bu dünyaya ait olmadığının bir kanıtıydı sanki. İkisi de bir süre sustu. Adamın sözleri ilahi bir kitaptan alınmışçasına yoruma kapalı, gerçekliği bariz ve etkileyiciydi. Tekrar bir sessizlik kapladı odayı. Her ikisi de susarak birbirlerini anlıyor gibiydiler. Sessizliği bozan yine yaşlı adam oldu. ”Yolculuk nereye, sözünü pek sevmem. Asıl soru şu olmalıdır: Sen mi yoldasın, yol mu seninle beraber? Ve en önemlisi yoldaşın kim?” Genç kız, adamın sözleriyle kelimenin tam anlamıyla mest olmuştu. ”Yolum...” diye başladı söze. ”Belirsiz aslında. Amaçsız çıkıktığım bu yolda, yoldaşımsa şimdilik yok. Adam gözünücamdan ayırmadan cevap verdi.

”İnsan, kendinin yoldaşıdır evlat. Herkes gider, yine kendiyle kalır.”

”Efendim, böyle güzel cümleleri nereden buluyorsunuz? Her birinde derin bir anlam seziyorum. İnsan sizi dinlerken her şeyi sorgulamadan edemiyor. Çok az bir süredir konuşmamıza rağmen size hayran kaldığımı söylemek isterim.”

Adam hafif bir tebessümle “Arkadaşlarımdan...” dedi. Genç kız şaşkınlığını “Böyle güzel konuşan arkadaşlarım olsun isterdim ben de, ne kadar şanslısınız!” diyerek ifade etti. Yaşlı adam gülümseyerek,“Senin de var kızım.” dedi. Kız şaşırmıştı. “Nasıl yani? Ama benim hiç böyle güzel konuşan arkadaşlarım olmadı ki...”

Adam hala kendinden emin bir ifadeyle kıza bakıyordu, bir ara bakışlarını koltuğun yan tarafına çevirdi. Koltukla duvar arasındaki küçük boşluktan bir şeyi almaya çalışıyor gibiydi. Birkaç saniye sonra aralıktan çıkardığı elinde tozlu bir kitap olduğunu fark etti kız. Adam, kitabın kapağındaki tozları eliyle silip arınmış kitabı kıza uzattı. “Bak. Benim en yakın arkadaşım işte bu. Yıllardır yanımda, yoldaşım, yolum. Her şeyim, işte avuçlarının arasında. Onu tanıdığım gün, kendimi buldum. Şimdi de kaybetmemek için hep yanımda taşıyorum. Sıkıldığım zaman açıp ‘tanıyorum’ bir sayfasını. ‘Okuyorum’ diyemem artık. Ben onu, o beni tanıyor. Her gün tanımaya devam ediyoruz birbirimizi. Nicesini okudum üstüne ama hiçbirini tanımadım böylesine. Huzur veriyor bana O. Maddesi değil, varoluşu değil. Bir ruhunun olması bağlıyor beni ona.”

Kız hala cümleleri çözümlemeye çalışıyordu içinde. Demek bu bilge adamın en yakın arkadaşı tozlu bir kitaptı? Onu böyle güzel, böyle derin konuşturan meğer Dostoyevski’nin ‘Yeraltından Notlar’ıydı. Ne diyeceğini bilemiyordu. “Bu...” İçinden geçenleri taçlandıramıyordu. “Bu, çok özel bir şey bayım. Gerçekten sizi böyle nahif yapan kitaplar mı?” demekle yetinip adamın vereceği cevabı merakla beklemeye başladı.

“Bir insan dünyayı değiştirebilir, derler ya... Peki ya bir insanı ne değiştirir? Birçok madde sıralarlar bunun için: çevre, aile, okul... Hiçbiri değil asılda. Bir insanı ancak kendisi ve ‘yoldaşları’ değiştirir. Yoldaşla kastettiğim maddesel olan değil. Az önce dediğim gibi, ruhsal yoldaş. Kitaplar, dostlarımız!Buna inandım ve böyle yaşadım evlat. Daha iyisi olana kadar en iyisinin bu olduğunu anladım. Ve şu an ben, gerçek 'ben’im. Ne ailemde yetişen ben ne de çevremin dayattıklarını kabullenen ben. Sadece kendim olan benim. "Yağmur ancak yağarkenyağmurdur, sen ancak senken sensin" demiş şair. Buna inanıyorum ve böyle yaşıyorum kızım. Hepsi bu.” Genç kız duydukları karşısında şaşırmış, bir o kadar da etkilenmişti derinden. “Hiç böyle düşünmemiştim. Yani... Sayfalarca yazılmış bir hayal yığınının bir insanı bu kadar etkileyebileceğini, değiştirebileceğini. Çok güzel. Ne kadar şanslı olduğunuzu, fakat benim bunca yılımı ziyan ettiğimi anladım az önce. Ne çok isterdim böyle bir arkadaşımın, yoldaşımın olmasını; ne çok!” Yaşlı adamın yüzü ilk defa farklı bir ifadeye bürünmüştü. Merhamet vardı gözlerinde, yürek.Ve biraz da yaş. “Güzellikler geç bulunmakla meşhurdur ve insan da güzel şeyleri geç bulmakla. Şu an, tam şu an her şeye; kendine yeniden başlayabilirsin. Bir kitaba başlar gibi...”

Bu sözlerinden sonra elini yine aynı boşluğa attı ve bu sefer daha temiz bir kitap çıkardı. “Bunu...” dedi. “Okumak bir türlü gelmedi içimden. Beklediği biri varmış gibi durdu yıllarca yanımda. İçinde kendisini bulması gereken kişi ben değildim belki de. Belki de... O kişi sensin evlat.” dedi ve elindeki daha temiz olan kitabı kıza uzattı. Kız ne diyeceğini bilemedi. “Hayatım boyunca bir şeylerin eksik olduğunu hissettim kendimde, aradım ama bulamadım. Ve şu an tam da kendimi kaybettiğim anda, sayenizde, kendimi buluşuma tanıklık ediyorum. İnsan daha başka nasıl mesut olur?”

Kızın mutluluğu adama da yansımıştı sanki. İkisi birden gülüyordu bu sefer. Genç kız elinde yeni ve tertemiz kitabı, belki de yeni hayatını tutuyor; diğer yandan yaşlı adama minnetle bakıyordu. Derin bir iç çeken yaşlı adamın sesiyse yavaşlayan trenin sesine karışmıştı. Birbirlerine bir şey demeden toparlanmaya başladılar. “Evlat,” dedi adam. “Unutma ki hayat bir andan ibarettir kimi zaman. Anı yaşa ve kendin ol. Kitaplardan, yoldaşlarından ayrılma; onları yalnız bırakma. Sen yoksan onlar da yok, ancak sen varsan varlar. Kendini bul ve asla kaybetme kızım. Güzelgünlerin seni, senin de güzellikleri bulacağına inancım tam. Umuyorum ki her şey istediğince olur.”

Kız duygulanmıştı, kalbindeki yumru cümlelerine kilit vurmuştu.

“Eylül, bayım,”

“İsmim Eylül ve sizinle tanıştığıma ne kadar memnun olduğumu bilemezsiniz. İnsan ismiyle tanınmaz, dediniz. Ama ben tıpkı eylül gibi dökülen yapraklarımla kendimibuldum. İyi ki buldum sizi, görüşmek ümidiyle. Beni ben yapan yolda yoldaşım olduğunuz ve yolumu buldurduğunuz için size minnettarım.”

Yaşlı adam ağlamıştı, eliyle sildi gözünden dökülen yaşları. Kıza merhametle baktı ve bir anda boynuna sarıldı. İkisi de uzun zamandır görüşmeyen iki dost gibiydiler. Sarıldılar ve biraz hüzün, çokça mutlulukla ayrıldılar. Kız, elinde geleceği, yaşlı adamsa tozlu geçmişiyle ayrıldılar birbirlerinden.

Son sözler ve duygulu kucaklaşma tam da ana uygun düşmüştü. Hoş, edebi ve ‘kendi’ misali...