Yazarın adını ilk kez duymanız gayet normal çünkü kendi kitabımı okuyorum. Yıllar önce bir Word dosyasında başlayan maceranın, insanın avuçlarının içinde bir kitapla -barkodlu, ISBN işleri halledilmiş şekilde, yani gerçek bir kitapla- sonuçlanması çok tuhaf bir hismiş. Öyle tuhaf ki sayfalarca anlatmaya kalksam aslında bu hissin en ufak bir parçasını dahi iletemem sizlere. Yalnızca bunu yaşayanın anlayabileceği, yaşamayı çok isteyip de bir türlü yaşayamayanların ise anca tahmin yürütebileceği bir his bu.
Açlık gibi düşünebilirsiniz mesela. Açlığı yalnızca aç olan bilir ya hani, bu da öyle bir duygu işte. Midenizin kazınmasını karşı tarafa nasıl anlatabilirsiniz ki? Bu hadise tam da istediğiniz anda gerçekleşirse ayaklarınızı yerden kesebilir ama benim gibi biraz geç kalınmışsa hayli buruk bir mutluluğa sebep olur ne yazık ki.
Yıllar öncesinden kırılmış bir hayaldi kendi kitabımı çıkarmak. 2017’de yazmaya başlayıp 2019’da son noktasını koyduğum bu romanla birkaç yerde şansımı denemiş ve yayıncılık dünyasının acımasız yüzünü görerek başarısız olmuştum. Az takipçili ve ülkece tanınmayan bir yazar adayının ilk kitabını çıkarmak isterken karşılaştığı zorlukları yazıp da kimsenin hevesini kaçırmak istemem. Bu da açlık gibidir işte, sadece yaşayan bilir. Velhasıl kendimi daha fazla yıpratmamak için roman çıkarma düşüncemi tozlu raflara kaldırmış, hatta romanımı unutmuştum bile, ta ki 2022’nin Eylül ayına kadar. Meğer yayıncılık sektöründeki tekelleşmeye ve kötü gidişata dur diyen yayınevleri de varmış. İnsanların sadece popülarite veya sosyal medyadaki takipçi sayılarından ibaret olmadığını bilen (Black Mirror’ın “Nosedive” isimli bölümündeki gibi), yalnızca yazılan eserleri değerlendirerek herkese eşit şans tanıyan yerler de varmış. Tesadüfen gördüğüm bir roman yarışmasına, bilgisayarımda hangi klasörde olduğunu bile unuttuğum romanımla başvurdum ve iş buralara kadar geldi. O yarışmayı kazanarak artık resmen “yazar” unvanına kavuştum. Bugün yarın ölürsem, ardımda somut bir şey bırakabilecek olmak güzel bir his.
Yarışmaya başvurma amacım aslında bu kitabı çıkarmak değildi çünkü -olumsuz bile olsa- yazar adayına bir cevap verme zahmetinde bulunulmadığı o heves kıran üç yıl önceki süreç, en ufak bir umut kırıntısı dahi taşımama engel olmuştu. Aylarca hazırlandığınız bir satranç maçında Çoban Matı ile yenildiğinizi düşünün, işte tam da bunu yaşamıştım. Bu yüzden o Word dosyasının hangi klasörde olduğunu anca dosyayı ismiyle arattığımda öğrenebildim.
Amacım kitabımı çıkarmak değilse niçin yarışmaya başvurduğumu merak edecek olursanız romanım hakkında profesyonel bir eleştiri almak için başvurdum. Bu yüzden de kitabı inceleyecek olan editöre bir mektup yazdım ve eleştirilerini benimle paylaşmasını rica ettim. Bir sonraki roman denemesine başlamadan önce eksiklerimi görebilmek için eş-dost/kardeş-kuzen görüşü olmaksızın profesyonel bir yayıncı bakış açısıyla bir eleştiri rica ettim. Belki de eleştirilecek çok şey vardı, o yüzden yayınevleri beni reddetmişti. Aslında reddetmek değil de cevap vermeye bile değmeyeceğimi düşünmüşlerdi. Ben yarım sayfalık okkalı bir eleştiri ve akabinde yumuşak bir reddediliş beklerken bu romanın basılacağını öğrendim ve yalnızca gülümsedim. Bu haberi üç yıl önce almış olsaydım İzmir’den yayılan sevinç çığlıklarım Kars, Ardahan ve hatta Batum’dan bile duyulabilirdi ama geç gelen her mutluluk gibi bu da epey buruk oldu benim için.
Her şey zamanında güzeldir, her şey olması gereken zamanda olmalıdır bence. Olması gereken zamanı nasıl bileceğiz diyecek olursanız olması gereken zaman, en çok istediğiniz andır çünkü ondan sonraki hiçbir anda, o ankinden daha çok isteyemezsiniz. Zaten daha çok isteyebilecek olsaydınız en çok istediğiniz zaman, o ilk zaman değil de şu ikinci zaman olurdu. Dede paradoksu gibi bir şey bu. Her neyse, aklımız karışmasın şimdi durduk yere. (Hazır bu kadar çok “zaman” demişken -bilmeyeniniz varsa- Pilli Bebek’in “Çoğu Zaman” isimli çok güzel bir şarkısı vardır: “Çoğu zaman küçük bir an, yeteri kadar anlatır.” diye başlar. Kısa bir ânın bile yeterince uzun anlatabileceği bu hissi, o kısa ânı yaşadığım için sizlere anlatmaya çalışıyorum fakat yeterince iyi anlatamıyorsam da beni mazur görmenizi rica ediyorum.)
Romanımın yayımlanacağı haberini almak, orta hâlli bir hayat sürmüşken, seksen beş yaşında piyangoda büyük ikramiyenin çıkması gibi bir şeydi benim için. Mutluluk vericiydi elbette, belki de daha yapılacak çok şey vardı ama hep o “Bu, daha önce olabilirdi.” düşüncesine mağlup oluyordu o mutluluk.
Aranızda bir gün kitabını eline alma hayalini kuranlar varsa, ki kesinlikle vardır, dilerim sizler bu süreci yaşamazsınız ama yaşayacağınız konusunda da en ufak bir şüpheniz olmasın çünkü YA-ŞA-YA-CAK-SI-NIZ, daha doğrusu size YA-ŞA-TA-CAK-LAR! Gönül ister ki kimse bu buruk sevinci yaşamasın, herkes mutluluğunu doruklarda yaşasın, hak eden herkes kitabını istediği vakitte çıkarabilsin. Keşke bu mümkün olsa, keşke. Keşke o açığa çıkarmayı her şeyden çok istediğiniz ama sizin dışınızdaki her faktörün onun saklı kalması için canla başla çabaladığı potansiyeliniz sadece kendi sırtınızda bir yük olmasa. Keşke rahatça dökebilseniz içinizi ve birlikte toplayabileceğiniz, yayıncılık sektöründen birileri çıksa karşınıza ama…
Benim söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Buraya kadar okuduysanız sabrınız için teşekkür ederim. Umarım umutsuzluğunuza umutsuzluk katmamışımdır. Kitabın satış linkini aşağıya koyup da sizleri sanki ona tıklamaya mecburmuşsunuz gibi hissettirmek istemiyorum. Merak eden olursa Kitapyurdu’nda varım. İlgilisi arayıp bulur zaten. Dilerim güzel günler görürsünüz, güneşli günler… Dilerim kitabımın kapağındaki siyah şah gibi tek başınıza ve çaresiz kalmazsınız. Bunu da yalnızca o şah gibi hissedenler anlar. Vaktinde “Şahları da Vururlar” demişti rahmetli Ferhan Şensoy. Günümüz yayıncılık dünyası şahları vurarak direkt etkisiz hâle getirmiyor; şahlara love bombingsiz gaslighting ve bilhassa da ghosting uyguluyor, sanki o mailleri hiç göndermemişsiniz gibi. Hâlbuki en nihayetinde sonumuz kara topraktır yani, hiç gerek yok böyle şeylere bence. O yüzden eski yazar-yeni yazar fark etmeksizin kendilerine dosya gönderen herkese cevap verme nezaketini gösteren Can Yayınları ve İletişim Yayınları’na sonsuz kere sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Böyle inceliklerin hastasıyız ama bunlara hasret kaldık.
Son bir ricayla bitirmek istiyorum. Bir gün yayıncı olursanız lütfen sizinle dosyasını paylaşan kimseyi cevapsız bırakmayınız, olumsuz bile olsa o cevabı vererek kişilerin sancılı bekleme süreçlerini sonlandırınız. Bunu da yalnızca bekleyenler anlar. Ünlü İspanyol yakışıklısı Javier Bardem’in “Mar Adentro” filminde dediği gibi: “Asla limana varmayacak bir geminin yükünü taşıyorum.” İşte siz yayıncı olursanız, sizinle dosyasını paylaşan yazar adaylarına bu yükü taşıtmayın lütfen çünkü yazmak, bazıları için yeterince ağır bir yüktür zaten.
Sevgiler BuBiSanat ailesi, sevgiler ve mutlu yıllar!
(Başrolünde Bardem’in oynadığı Inarritu imzalı “Biutiful” diye harika bir film vardır ama korsan CD sektörümüz o filmi “Yakışıklı Bardem” ismiyle sokaklarda sattığı için “Ünlü İspanyol yakışıklısı” tabirini kullandım. “Bardem yakışıklı değil ki lan!” diye düşünen sanatseverler varsa, onlar için bu küçücük notu eklemek istedim. Evet, bence de abartılacak kadar yakışıklı değil, hatta yüzüne bir ben kondurunca İzzet Altınmeşe’ye benziyor.)