Yoluna zor yürüyen yaşlı bir adamdı yargıç. Duvardaki “Adalet Bizim Tanrı’ya Özgü Bir Olgudur” yazısının tam ortasına denk gelen sandalyesine yavaş adımlarla yaklaştı. Ayakta, onun oturmasını bekleyen birkaç kişi sıkılıp yerine oturdu. Yargıç nihayet yerine yerleşince biz kalanlar da yerlerimize oturduk. Yine yavaş hareketlerle gözlüğünü takıp dosyayı önüne aldı. “Güzellikler Cumhuriyeti, Başkent İdare Mahkemesi’nin bu davasını açıyorum.” diye giriş yaptı söze. Konuşması da hareketleri kadar yavaştı.


Kocaman bir salondu burası. Fakat oldukça boştu. Mahkeme tek yargıçlıydı. Önünde bir kâtip, kapıda bir mübaşir; başka mahkeme görevlisi yoktu. Yargıcın karşısında tek başına bir avukatın yer aldığı davalı bölmesi; bir de sıkış tıkış, tıklım tıklım davacı bölmesi vardı. Geniş izleyici bölmesi bomboştu. Ben ise dolup taşan basın bölmesinde, bana rehber olan meslektaşım ile yan yana oturuyordum. Söylediği üzere, tek muhalif basın mensubu oydu burada, diğerleri tamamen devletin kontrolündeydi. Ben mi? Ben bu ülkeye staj amaçlı gönderilmiştim; bu da tanık olduğum ilk mahkemeydi ve çoktan gördüklerimi ve işittiklerimi yadırgamaya başlamıştım.


“Davalı kimmiş bakalım... Bay Vatandaş. Davacı da bir tanemiz, canımız, ciğerimiz, Ticaret Bakanlığı Başkent İl Müdürlüğü Alın Teriyle Kazanan Tek Başına Tacirler Dairesi Saha Amiri Sayın Bay Önemlikişi. Hoş geldiniz efendim, şeref verdiniz mahkememize.”


”Sayın Yargıç, bir problem olmalı; müvekkilim davacı olmuştu.” diye atıldı avukat, yargıç tarafları tanıtmayı bitirince.


”Lütfen,” dedi yargıç, “söz verilmeden konuşmayınız avukat. Müvekkiliniz davacıydı, öyle mi?”


”Evet, Sayın Yargıç.”


”Müvekkiliniz Sayın Bay Önemlikişi mi?”


”Hayır, Bay Vatandaş.”


”Nerede kendisi?”


”Efendim, mahkemeye katılmak üzere cezaevinden çıkmasına bizzat ret verdiniz.”


”Size, ‘tali davalar asli davaya karıştırılmaz’ diye öğretmiyorlar mı avukat?”


”Öyle bir kural olmadığından dolayı öğretmediler Sayın Yargıç.”


”Karşınızda yargıç var, daha saygılı konuşun avukat. Görüyorum ki davalı gelmemiş...”


Avukat tekrar söze atılacak oldu. Yargıç, elindeki kalemde bir düğmeye bastı; kalemin ucunda, işaret parmağı karşıya doğru kalkık metal bir küçük el belirip avukatın yüzünün önünde durdu ve yargıç o küçük işaret parmağını usulca avukatın dudaklarına değdirip peş peşe “ş” sesi çıkarmaya başladı. Herhalde şaşkınlık sınırlarının sonundaydım ki beklediğim kadar şaşıramadım.


“Ne dedim ama... İyi, hadi ya.” dedi kalemi geri çekerken, “Anlat bakayım nedir derdin. Bir saniye! Sayın Önemlikişi, anlatsın mı? Onayı aldık, anlat avukatcığım.”


”Sayın Yargıç, sayın... davacı makamı, onların arasındaki sayın iddia makamı, değerli basın mensupları... Iıı... Şöyle ki biz bu davayı, Sayın Önemlikişi Beyefendi, görevi gereği imzalaması gereken ‘Olur Olur’ belgesini imzalamak için müvekkilimden rüşvet istediği ve müvekkilim bu rüşveti vermeyince imzalamayı geri bıraktığı gerekçesiyle bahsi geçen daireye açmıştık ama şu an bu durum neye evrildi ve nasıl bir davalılık sıfatı ile idare mahkemesinin karşısına geldik anlamış değilim.”


“Devlet adamının rüşvet alma hakkını engelleme nedeniyle yargılanıyor müvekkiliniz.” diye cevap verdi yargıç.


“Böyle bir hak hangi kanunda var Sayın Yargıç?”


“Ne biçim avukatsınız siz? Dün akşam çıktı ya: Devlet Adamlarının Rüşvet Alma Hakkının Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname. Hukuku takip ediniz avukat.”


Avukat, sinirleri bozulmuş insanların tebessümüyle yönelttiği soruya gelen bu cevaptan sonra, tıpkı benim gibi, “Böyle kanun mu olur?” diye sormak istedi, gözlerinden okudum bunu. Fakat tüm bu makullükten yoksunluğa en makul şekilde karşı çıkmak konusunda ısrarcıydı.


”Olayın olduğu zaman yürürlükte olmayan kanuna dayanmak hukukumuza uyuyor mu Sayın Yargıç? Ayrıca davamızın reddi ve -aynı tarihe- yeni dava açılıp davalı olduğumuz bilgisi gelmedi bize.”


”Bana hukuk mu öğretiyorsun sen? Bak basarım kalemin düğmesine. Postadadır gerekli bilgiler, benim sorunum değil. Hüküm!” Avukat bir söz daha edecek oldu fakat yargıç ona sert bir bakış atarak yüksek ve tok bir sesle tekrarladı: “Hüküm! Davacı, kutsal Güzellikler Cumhuriyeti Devleti’nin kutsal bir devlet adamı olduğundan, ne diyorsa doğru olduğuna; davacı Sayın Önemlikişi’nin rüşvet alma hakkını engelleyen davalı Vatandaş’ın üç gün içinde gerekli rüşveti vermesine ve davacının -bir, iki, üç...- sekiz avukatının masraflarının davalıya yüklenmesine... Savcım nasılsın? Oğlum, yazma burayı. Savcım, sana da söz hakkı vermedik hiç, görmedim seni orada, avukat sandım.”


”Problem yok yargıcım, tam iddianameme uygun hüküm. On numara.”


”Ay canım benim. Oğlum, sekizi yedi diye düzelt. Biri savcımızmış bak, niye uyarmıyorsun. Ne diyorduk? Neyse, karar verildi. Bir de davalıya... ııı... seksen gün tutukluluğunun devamı yaz. Ayarla cümleyi sen. Hadi görüşürüz kazanan avukatlar. Savcım! Hoşça kal. Sayın Bürokrat! Sevgiler, hürmetler efendim.”


Yargıcın selam verdiği herkes karşılığını verdikten sonra avukat, son bir çırpınışla tepki gösterdi: ”İdare mahkemesi özgürlük kısıtlayıcı ceza veremez.”


”Ya avukat,” dedi yargıç, ayağa kalkarken, “çok yordun bugün beni. Hükmü verdik işte. İstinaf et canım, hadi; istinaf et.”


Yargıç yavaş ve huzurlu, avukat hızlı ve öfkeli adımlarla farklı kapılardan çıkarken, basın ve davacı makamı arasında bir curcuna kapladı salonu. Sanki mahkeme salonu değil de düğün salonuydu burası ve şu anda da düğün fotoğrafları çekiliyordu.


Fakat şahit olduğum onca olağandışı şeyden sonra, hiç yadırgamadım bunu. Az önce olanları düşünüyor, anlamlandırmaya çalışıyordum. Çok şey ifade ediyordu bu saçma sapan mahkeme. Kafam karman çorman olmuştu. Yanımdaki muhalif rehberime baktım. O da bana bakıp gülümsedi. Derin bir iç çekti ve dudaklarını “Ne yaparsın?” dercesine büzüp kafasını iki kere öne salladıktan sonra, benden tarafa bakmaksızın manidar bir tonla ekledi:


”Güzellikler Cumhuriyeti’ne hoş geldin.”