Göz kapaklarımın üzerine bir sumo güreşçisi oturmuştu sanki, gözlerimi açmak için insanüstü bir çaba göstermem gerekiyordu. Gözlerimi açtığımda güneşin doğduğunu zannettim; üst komşunun balkon ışığını açık bıraktığını birkaç saniye sonra anladım. Oda arka tarafa bakıyordu. Güneşin insanı yakıp kavurduğu yaz günlerinde bile tam olarak aydınlık olmazdı. Güneşin doğduğunu zannetmiş olmam olağan bir durum değildi anlayacağınız. Bir sürü dairenin baktığı o arka taraflar işte. Çekmecenin üzerindeki telefona uzandım. 04.59’du, ben bakar bakmaz 05.00 oluverdi. Yatağımın tam üstünde bir saat vardı ama kısık, uykulu gözlerle saatin kaç olduğunu seçemezdim, yelkovanla akrebin yerlerini karıştırdığım için işe de geç kalmıştım birkaç kez. Telefona bakmak daha risksizdi. Daha çok var kalkmama, deyip yorganı boynuma kadar örttüm, yüzümün yarısını yastığa gömüp dizlerimi karnıma kadar çektim. Gözlerimi bir-iki saniye önce kapattığımdan adım gibi emindim; tekrar telefona uzanıp saatin kaç olduğuna bir kez daha baktım: 07.29’du, bakmaya devam ettim ama yuvarlamadı kendisini. Rast gelişlerin hep beni bulduğu düşüncesi silinip gitti aklımdan. Sırtüstü uzanıp gözlerimi kapattım, düşünmeye başladım hiçliği. Sonu olan sonsuzlukları, bitip tükenecek tüm ömürleri, kısacık hayatın dilendiği gibi yönlendirilememesini, bu saçmalığın içine benim neden ve nasıl dahil olduğumu ve bugün işe gitmeyecek oluşumu. Evet, bugün çalışma yoktu, iş yoktu, özgürdüm kısa bir süreliğine de olsa. Makineleşme insanı bu hâle sokuyordu: her sabah işe geç kalma korkusu, devamında amirlere, şeflere, patronlara palavra sıkma seansları ve daha saymaktan iğrenti duyduğum bin bir ton dalavere. İçimdeki buruk sevinci bir kenara koyup biraz daha uyumak için yine aynı pozisyonu aldım: boynuma kadar yorganı örttüm, yüzümün yarısını yastığa gömüp dizlerimi karnıma kadar çektim.
Tekrar uyandığımda, saate bakma ihtiyacı hissetmiyordum; çünkü kısa süreliğine de olsa özgür birisiydim artık, dört duvara hapsolmuş herhangi kanatlı bir hayvandım; tavuk, devekuşu ve uçamayan diğer kanatlılar hariç. Bir çıkış yolu bulsam bu dört duvardan, bir çıkış yolu bulsam… Tek bir saniye bile kanatlarımı kullanmaktan geri kalmazdım, bundan gayet emindim ama kendimi kapalı camlara vurmakta yetiniyordum sadece. Beni özgürlüğe kavuşturacağını zannettiğim düzmece çıkışlar, istemeden sonumu getirecek gibiydi. Gece yağmaya başlayan yağmur sabah da etkisini hiç kaybetmemişti. Damlaların demir saca vuruşunu dinledim uzun bir süre. Gerçekten sinir bozucuydu. Sürekli aynı sesi işitmek, sürekli aynı işe gitmek, sürekli aynı otobüse binmek, sürekli aynı insanları görmek, sürekli aynı şeyleri içmek, sürekli aynı yalanları dinlemek ve sürekli inanmış gibi yapmak. Süreklilikler peşindeydi hep insanın, sadık bir köpek gibi, nereye gitse orada. İnsan, artık insan olduğundan kuşku duymaz mıydı? Duyardı elbet, ama süreklilikler işte. Neyse, ne diyordum? Uyandıktan sonra boş gözlerle tavanı izledim bir süre. Kim bilir saat kaç olmuştu. Gecenin misafiri kara bulutlar gitmişti ama odanın içine dolmak isteyen güneş, beton yığınlarıyla mücadelesini bugün de kaybetmişti, her güneşli günde olduğu gibi.
Üzeri ölü toprağıyla örtülmüş yorganı kaldırmak çok zor geldi, gerinip buz gibi suyla yüzümü yıkadım banyoda. İçeri geçip solandaki kanepeye uzandım, soğuğun iç titreten hissi vurdu vücuduma. Kanepenin altından battaniyeyi çıkarttım, ellerimi başımın arkasında birleştirerek tekrar tavanı izlemeye başladım. Kendimi Oblomov gibi hissediyordum, hatta onun daha ileri evresinde olmalıydım. Hafta sonu Oblomov’uydum, hafta içinin tam tersine. Hafta içinde herkesi memnun etmeye çalışan, etten ve kemikten, ritimsiz atan kalbimle absürt bir Oblomov’dum.
Kedinin miyavlaması, tavanla olan bağımı kesmişti birdenbire. Mamasını sakladığım dolabın önünde durmuş, acı acı miyavlıyordu. Mama kabına baktım, maması da suyu da vardı. Poşeti çıkarıp mama döker gibi salladım ama dökmedim. Birden iştahlı iştahlı yemeye başladı. Sürekli bunu yapardı; maması bitmeden gidip o dolabın önünde miyavlardı, ben de mamasını doldururdum. Halının üzerine uzanıp onu izlemeye başladım bu sefer de. Doyduğuna kanaat getirince yanıma kıvrılıverdi. Tüy yumağı vücudu, dizlerimi sıcacık yapmıştı. Orda uyuyakalıp iki büklüm uyanmaktan korktum, kediyi olduğu yerde bırakıp odama girdim. Hafta içi okumak için yanıp tutuştuğum kitapların önündeydim. Hepsinin içinde kaybolmak, kitap bitene kadar onun içinde yaşamak istiyordum ama o takati kendimde bulamıyordum bir türlü. Eskiden olsa, kitabı hiç kapatmadan bitirebilirdim. Şimdiyse her boş kaldığımda öylece durup düşünüyordum; boşluğu, hissizliği, karanlığı, karmaşıklığı ve bulunamayacak çözümleri. Soldan sağa, sırayla bütün kitapları inceledim. Amerikalı bir İtalyan, John Fante. Gençliğin Şarabı. Son yıllarını kör, bacaksız ve neredeyse şarapsız geçirmiş bir pejmürde. Anlattıklarını görebiliyordum ve anlatılan bir hikâyeyi görebilmek demek, o hikâyenin içinde biraz da sen varsın demektir. Kitap okumaya odaklanmam için konfor alanımın dışına çıkmam gerekiyor. Bu yüzden de yayları sırtıma batan yatağıma değil de salondaki yemek masasına doğru yürüdüm elimde kitapla. İki sayfa okur okumaz yine ayaklarım ve ellerim karıncalanmaya, sürekli hareket etmeye başladım. Doktor "DEHB" diyor ama ben hırpalanmış ruh diyorum buna, sürekli aynı yerde bulunamama diyorum, gitme vakti diyorum. Üçüncü sayfanın ortalarında dikkatim tamamen dağıldı ve kitabı fırlatırcasına koltuğun üstüne bıraktım. Yana yana sigaramı aramaya başladım. Bir şeyi aramıyorken gözümün önünden kaybolmaz ama ihtiyacım olduğunda onu zar zor bulurdum, neredeyse herkeste de aynıdır bu durum. Mavi ceketimin cebinden çıktı en sonunda. Ceketin üzeri kedi kıllarıyla kaplıydı. Sigaramı alıp balkona çıktım. Çakmak aramama gerek yoktu çünkü her zaman balkonda bir tane bulundururdum. Ben ilk nefesi çeker çekmez karşı komşum da balkonunun kapısını açtı. Görmemezlikten gelmeye çalıştıysam da olmadı.
"Onur? Nasılsın? Şu balkona çıkıp sigara içmesen seni göremeyeceğiz. Nerelerdesin kaç zamandır?" dedi yarım gülüşle.
"İş, güç, koşturmaca işte Binnur Teyze. Evdeyim sürekli, dışarı da pek çıkmıyorum zaten." dedim ben de kırık gülümsememle.
"Oğlum, bak, çık bir kere de ayakların açılsın. Havaya baksana, bu mevsimde bu güneşi zor bulursun." dedi kınarcasına.
"Hafta içi yeterince açıyorum ayaklarımı ben zaten, hafta sonunun bir gününde de dinlensinler biraz." dedim karşı tarafın kırılmayacağı kadar yumuşak bir tepkiyle.
"E sen bilirsin madem, ben fazla boş boğazlık etmeyeyim en iyisi." dedi yumuşak tepkimi anlayarak.
Ben sigaramdan art arda duman çekip bir an önce bitirmenin derdine düşmüştüm ki yeniden konuşmaya başladı.
"Hani sen sigarayı bırakmıştın? Ah, güzel oğlum benim, o kadar zaman içmeyip ne demeye yeniden başlarsın şu zıkkıma? Kaç ay olmuştu? 6 ay değil mi? Yazık, günah verdiğin paraya da ciğerlerine de. Boşa gitti bizim maydanoz suları." dedi ve o an üstüme koca bir kaya fırlatsa karşıdan, bu kadar yıkılmazdım.
Sigarayı bırakıp tekrar başlamak, uzunca bir süre hapis kalıp dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra tekrar hapse düşmekle neredeyse aynıydı.
"Bilmiyorum ki." dedim sadece. Cidden bilmiyorum.
Cevap vermedi Binnur Teyze, çiçekleriyle oyalanmaya başladı. Bir o yanlarına bir bu yanlarına bakıp durdu profesyonel bir botanikçi edasıyla. Tam o anda geldi aklıma arkamdaki çiçekler. Uzun zaman olmuştu sulanmayalı. Hiç de aklıma gelmemişti o zamana kadar. Birçoğunun yaprakları cansız duruyordu, ha düştü ha düşecek dalından. Sigaramı söndürüp içeri geçtim. Çiçekleri sulayabileceğim bir şey aradım mutfakta. Hiçbir şey bulamayınca çaydanlığa su doldurup tekrar balkona çıktım. Artık çok geç diyordum içimden; ama ne olacağı beli olmaz. Çaydanlığı mutfak tezgahına koyup odama doğru yürüdüm. Kedi yatağımda uyukluyordu, ben içeri girince gözlerini açtı ve kendini yalamaya başladı. Yüzümü ona yaklaştırdım, benim de şakaklarımı yaladı birkaç kez. Hayatımda bu hayvan da olmasa, büyük ihtimalle derin dondurucuya girip intihar etmiştim. İki kulağının tam arasından öpüp onu rahat bıraktım. Bilgisayarın başına geçtim bu sefer de. İçimdeki sıkkınlığı yazsam, belki de geçer diye düşündüm. Fonda Mahler, önümde bomboş beyaz bir sayfa. Kendimi bazen Bukowski zannediyordum. Mahler işe yaramadı, ilham perilerim de hafta sonu Oblomov'luğundaydı. Tam o ara annem aradı, 2-3 dakika kadar konuştuk. Mahler’i duyup evde birisi mi var, diye sordu. Telefonu kapatırken ‘’Çiçekleri sulamayı unutma, kahvaltı et!’’ dedi. Mutfağa gidip aynı çaydanlığa su doldurup ocağın üstüne koydum. Dolapta azıcık reçel, üstü küflü bir peynir, birkaç da yumurta vardı. Reçelle yumurtaları mutfak tezgahına koydum, peyniri de kaderine terk ettim öylece. Markete gitsem iyi olur aslında, diye düşündüm bir an. Hem su kaynayana kadar gidip gelebilirdim. Mutfağın kapısını örtüp kedi tüyüne bulanmış mavi ceketimi giydim, komodinin üstünden cüzdanımı alıp dışarı çıktım.
Aslında biraz hava almak iyi gelir diye yolu biraz uzatmayı düşündüm; ama ocakta kaynayan suyu hatırladım. Hızlı adımlarla yürümeye başlamıştım ki polis kornası işittim hemen arkamda. Direksiyondaki sıska, vitaminsiz bir tipti; yanındaki için aynı şeyleri söyleyemem. İri kıyım, 2 metre boyunda bir polisti yanındaki. Kapıyı açıp eliyle bana işaret etti.
"Pardon, bakar mısınız?"
Her zaman yaparım, hiç üzerime alınmadım ve duymazlıktan geldim. Birkaç adım daha attıktan sonra bir kez daha seslendi iri kıyım polis memuru.
"Hey, mavili genç! Sana diyorum, bir bak bakalım buraya."
"Buyrun?" dedim.
"Kimlik görebilir miyim?" dedi iri kıyım.
"Tabii, ama ilk önce ben görebilir miyim?" diye yanıt verdim her duyarlı ve gıcık vatandaş gibi.
Cırt cırtlı cüzdanını açıp kimliğini gösterdi.
"İkna oldunuz mu şimdi?" dedi.
"Kimlik sahte değilse, evet." dedim.
İri kıyım, vitaminsiz olana işaret etti, arabayı kenara çekip sen de gel diye. Aklım ocakta kaynamakta olan sudaydı. Cırt cırtsız cüzdanımdan kimliğimi çıkarıp iri kıyıma verdim. Arkasına çevirdi, tekrar önüne baktı.
"İşim gücüm yok, sahte polis arabası, sahte kimlik ayarlayacağım, sonra da seni durdurup kimlik kontrolü yapacağım? Öyle mi? Bunu mu demek istedin sen?"
"Olabilir, bin bir türlü manyak var dünyada, nerden bileceğim onlardan birisi olmadığınızı? Hem bu benim vatandaşlık hakkım, yani sizin kimliğinizi görmek istemek." dedim.
Vitaminsiz söze karıştı.
"Zorluk çıkarmasana kardeşim, kimlik kontrolü yapıp bırakacağız. Gerek yok böyle şeylere." dedi FBI havasıyla.
"Bırakacaksınız tabii, bir de tutuklayıp nezarete atın oldu olacak. dedim ocakta kaynayan suyu unutarak.
İri kıyımın başından aşağıya kaynar sular dökülmüş gibiydi, suratı ve gözleri kıpkırmızı kesildi. Aslında tek kelime etmem, polise kimlik bile sormazdım. Kendi kimliğimi uzatır ve GBT sorgusunun bitmesini beklerdim sadece. Sinirlerim bozuktu, uçan kuşa bile garezim var gibiydi. İri kıyım kontrolü bitirdikten sonra bir hışımla kimliği elime tutuşturdu ve arabaya atladı. Vitaminsiz olan direksiyona geçti, kısa bir süre sonra gözden kayboldular. Ben de aceleyle markete gittim. Girip çıkmam bir oldu. Birkaç parça şeye dünyaları ödedikten sonra tekrar koşar adım eve doğru yürüdüm. Aklımda ocakta kaynayan su, elimdeki poşette ufacık bir servet.