"babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır." hasan ali toptaş yazmış bunu. hayat ne garip. senin aklına gelen ve yazıya döktüğün bir cümle başkasının en büyük yarası olabiliyor. bir baba nasıl olmalı? doğru baba diye bir şey var mı? bunu kendime hep sordum. küçük bir çocukken de aklımda aynı sorular vardı, şimdi büyüyüp genç bir kadın olduğumda da hala aynı sorular aklımda. acaba 70 yaşında saçları ağarmış, güç işiten bir kadın olduğumda da aklımda bu sorular kalacak mı? bazı soruları sen sormadığın zaman cevabını da sen veremiyorsun. ne acı. oysa ki insan her şeyin kontrolünün elinde olmasını ister.
önceden, yani küçük bir çocukken, bir babanın iyi biri olma ihtimali yoktu benim için. bunu şuna benzetebilirim sanırım: sanki küçükken biri su tabancası almış bana, ama kırıkmış su haznesi. senelerce herkesin tabancası öyle sanmışım. gerçek bir anda beni bulmuş. biri tabancayı almış ve suyu üzerime sıkmış sanki. kalakalmışım o an. "nasıl olabilir bu, bütün tabancalar bozuk değil mi yani?" diye sorup durmuşum kendime. ne garip bir avutma biçimi, değil mi? kendi tabancanın bozuk olmasını kabullenemeyip başkalarını suçlamak. insan bildiği ve sevdiği bir şeyi suçlayamıyor sanırım. doğru baba diye bir şey var mı hala bilmiyorum ama bildiğim tek şey, doğru baba olmaya çalışan baba diye bir şey var. ve bunu kabullenmem gerekiyor. gerçekle yaptığım kovalamaca oyununu bitirmem gerekiyor belki de. çünkü gerçeğin bir sonu yok. hep peşimde. yorulmayacak, durmayacak, bir saniye bile peşimi bırakmayacak, hiç tuvaleti gelmeyecek ya da yemek molasına çıkmayacak. ama ben bir gün ona hazırlıksız yakalanacağım. hayır, gerçek beni yakalayamayacak, ben teslim olacağım. böylesi çok daha kabullenici çünkü. su tabancası bozuk çıkan çocukla aramızdaki tek fark, o tabancasını değiştirebilir. ben babamı değiştiremem. insanı en çok değiştiremeyeceği şeyler üzüyor. bazı gerçekler bir cam parçası gibi gelip kalbine saplanıyor ve orada senelerce kalıyor. kimseye adını bile andırmadığın kişiler oluyor bazen. işte o kişi, kalbine batan cam parçası. yürüse, konuşsa, yemek yese hatta tüm bunları geç, sadece nefes alsa bile o cam parçası kalbini paramparça ediyor. ne tuhaf, birinin hayatta kalmak için aldığı soluk, seni yavaş yavaş öldüren şeyin tetikleyicisi olup çıkıyor zamanla. zaman, herkesi herkesle düşman etmek için fırsat kolluyor sanki.
tüm bunlar olup da kalbim paramparça olurken yaptığım şeyler komik aslında. güneşin oğlu izliyorum mesela. haluk bilginer "ağlama, olma mahzun, gülerek bak yarına." diye sesleniyor, kalbime ne kadar dokunacağını bilmeden. acaba bir gün ben de böyle olur muyum diye sormadan edemiyorum. hastalıklı bir hisle, hatırlanmak istiyorum. birinin kalbine cam parçası olarak saplanmak değil belki ama o cam parçasına merhem olabilmek. ne komik. bazı yaraların merhemi sadece yaranın kendisi olabiliyor, nasıl unutuyorum, bunu bile. şimdi yatağımda yatarken bu yazıyı yazıyorum ve yarım saattir olduğu gibi haluk bilginer, "böyle bir kara sevda, kara toprakla biter." diyor. güneş batıyor, güneş doğuyor. her yeni gün yeni bir umut, diyorsun kendine ama kitaplığının rafından sırıtıyor, içi hiçbir zaman suyla doldurulamayan su tabancası.
sedef gürler
2020-08-21T21:28:50+03:00teşekkür ederim. sevgiler.
Sena Türkmen
2020-08-21T21:01:34+03:00Kaan Çaydamlı’nın KTN’si şöyle başlar: “Babalarımızı affedersek ne kalır geriye?”
Yazınıza başlarken bunu hatırladım. Güzel bir deneme olmuş, emeğinize sağlık. Sevgiler...
sedef gürler
2020-08-21T20:23:47+03:00teşekkür ederim