Annemin, üzerine eski kanaviçeleri yerleştirdiği beyaz perdeyi hafifçe aralıyorum. Perdenin arkasındayım ve burası korunaklı sayılır. Beni kimse ne görebiliyor ne de duyabiliyor. Ve yaşananları bir film sahnesi gibi izlemeye başlıyorum.
Sağda boylu boyunca üçlü koltuk, hemen yanında annemin dizlerini karnına çekerek yatabildiği kanepe, karmaşa içinde bir halı, sol köşede küçük kitaplık ve salonu mutfaktan ayıran mavi dolaplar anlamsızca yerindeler.
Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Evin her köşesi yara bere içinde. Hengameden yeni çıkıldığını hissettirecek kadar, hatta bir kadının kafasıyla yarışır derecede dağınık. Çamurlu ayak izleri balkon girişinden başlıyor. Tezgâhın üstünde bulaşıklar yığılıp kalmış, kimse ilgilenmemiş. Mutfak zeminindeki kırıntıların içinde bir kadın duruyor. Dizlerini karnına çekmiş, elleriyle dizlerine sarılmış, başını da ellerinin üstüne bırakıvermiş. Filmde gittikçe yükselen gerilim müziğinin ardından, olayların akışını değiştirecek bir an yaşanmış gibi. Atmosfer hafızamdan Tarkovski'yi çağırıyor. Zaman adeta sönümlenmiş ve vaziyetten hüznün şiirselliği okunuyor. İtiraf etmeliyim ki bu bana çok çekici geliyor.
Kadın sanki bir katil. Gerçekleştirdiği cinayet nedeniyle vicdanının yükünü taşıyamıyor ve yeryüzünde kapladığı alandan utanırcasına küçülmeye çalışıyor. Belki de hiç doğmamış olmayı dileyen bir insan. Suçu neyse -ki suçlunun yükü çoktur- artık çok geç olmalı. Sahne sağır edici sessizliğe çoktan bürünmüş, duvarlara sinmiş çığlıkların bile soluğu kesilmiş.
- Çekici gelen kısmı biraz daha açabilir misin?
- Ne zamandır itiraf etmeyi ötelediğim bir şey. Sanırım ben melankoliden, onun tatlı acısından hoşlanıyorum. Yanarken bir ısırık daha almaktan kendimi alı koyamadığım o biberin acısı gibi… Kendimi çok çıkmazda bulur isem, bir olay üzerine düşünmeye başlıyorum. İşte benim kafa yorduğum kısım, en çıkmaz sokaklar, en kuytu köşeler, kimsenin düşünmeye cüret edemeyeceği detaylar oluyor. Bununla hem canımı acıtıyorum, hem de bundan zevk alıyorum.
Aslında bunu ne zaman fark etmeye başladım biliyor musunuz? Yıllar önce bir sinema hocasıyla Türk filmleri üzerine sohbet etmiştik. Piano Piano Bacaksız, Sevmek Zamanı, Vesikalı Yarim gibi filmleri sevdiğimden bahsetmiştim. Bana daha çok melodram tarzına yakın olduğumu söylemişti. Neden dram sevdiğim üzerine ilk kıvılcımlar o zaman çaktı. Sonra ara ara düşünmeye devam ettim. Lakin dram seviyorsam da, sürekli dipten gidenlerden değil, arada su üstüne çıkan dramlardan hoşlanıyorum. O kadar kasvetin sonu iyi olmaz. Yoksa insan nasıl yaşar?
- Peki ya dram deyince ne geliyor aklına?
- Bir kadının için için ağlayışı, bir ağacın kesilişi, bir çocuğun başının okşanmaması, bir adamın kendi öfkesine mahkûm oluşu ve üşüyecek kadar yalnız kalması...
-Bu sahneler hangi döneme ait?
-Zamansız sanki...
-Tamam. Bugünlük yeter bence.
Her yüzleşme sonrasında olduğu gibi yine kendimi çırılçıplak hissettim ve düşüncelerden bir örtüye sarınıp çıkıverdim. Bahsettiğim şeyler üzerine sakince düşünmek istiyordum. Bir kafeye oturup kahve içsem dikkatim dağılırdı. Oysa ben bu yumağın içinde dönüp durmak belki de kendime koza yapmak istiyordum.
Ben neye aittim? Aidiyetlerimi yargılamak iyi bir fikir miydi? Bu yüzleşmeleri ne için yaşıyordum?
Aklıma gelen soruları not almaya başladım. Her bir soru üzerine düşünmek, onu dürüstçe yanıtlamak iyi bir çıkış olabilirdi. Bu arada nereye çıkacağımdan da tam olarak emin değildim. Çok tekinsiz bir sokakta tek başına yürüme cesareti isteyen bir şey gibiydi bu saydıklarım.
Eski notlarımı karıştırmaya yöneldim. Başlayabilmek için önce etrafında dolanıyordum. Olay yerine hemen gidemezdim, genelde böyle yapardım. Fena bir şiir çıktı karşıma. 2 yıl önce yazmıştım.
Tüm aidiyetlerimi yargıladım,
hükümleri peşin.
Benim en çok kendime kör,
vicdanım.
Güneşe olan sevgimin,
aynalarla konuşmalarımın,
denizden uzak kalamamamın,
karşılıksız cümlelerimin,
ve yalnızlıklarımın
hesabını kendime,
üstünü çocukluğuma verdim.
Neşesi bol olsun.
Kendime karşı olan acımasızlığımı, belki de sevgilisizliğimi eleştirmiştim. Bir yandan durumu çocukluğuma bağlayıp sitem ediyorken, bir yandan da içimdeki çocuğa kıyamıyordum. Oysa kendimi sevebildiğim zamanlarda bayır bahçe gül oluyordu, biliyordum.
Ben neye aittim? Annemin hüzünlü koynuna mı? Dedemin emek emek zeytinlerine mi? Babamın yıkıp geçen öfkesine mi? Babaannemin yufka yüreğine mi? Ovaların genişliğine mi? Kardeşimin “Abla” diye seslenişine mi?
Aklıma gelenleri yazmaya devam ettim. Ettikçe de ipin devamı geliyordu. İşte kendime koza yapacak kadar iplik çıkarmıştım. Annemin mutfakta dalgın dalgın yemek pişirmesi geldi gözümün önüne ve benim onu neşelendirme çabalarım. Yutkundum. Neşelenmeyi annemin mutluluğuna çoktan bağlamıştım. Annem gülsün, söz ben de çok mutlu olacağım dediğim geldi aklıma. Adaklar adar gibi, daha dün gibi, aradan 30 yıl geçmemiş gibi... Belki şifa olur diye ona hiç vermeyeceğim bir mektup yazmak geldi içimden.
Anneciğim,
Dertlerinden başını kaldırmaya fırsatın olmadığı için, biliyorum sen de farkında değildin. Sana şiirler yazmamın, sofrayı ben toplarım anne sen dinlen demelerimin, notlarımı yüksek tutmaya çalışmalarımın, kardeşime göz kulak olmamın, sorun çıkarmayan uslu bir çocuk olmaya çalışmamın ve seni neşelendirmek için sana abuk sabuk fıkralar anlatmalarımın sebebi sendin. Sen hem yaramdın, hem de merhemimdin. Ben şimdi o yaralarımı tekrar kanatıyorum. Bu kez temizleyip öyle sarmaya çalışacağım. Bunu seninle konuşa konuşa yapacağım.
Biliyorum bu ikimize de iyi gelecek.
Kızın