Kuşların sesi ile hapishanedeki pencereden dışarı baktım. Nihayet gelmişlerdi. Bitirmeme az kalan, Mahpushane Kapısı olarak adlandırdığım resmimi yarıda bırakıp geçmiştim pencerenin önüne. Dört yıldır bulunduğum bu hapishanede her gün gelmelerini beklediğim kuş sürüsü bugün de beni yalnız bırakmamışlar, gene bir sürü kuş doluşmuştu pencereme. Yem alamadığım için günlük rızkımdan ayırdığım ekmeği avucum ile ovalayıp pencerenin önüne doluşan kuşlara ikram ettim. O sırada açılan hücre kapılarının sesi ile ürken kuşlar gökyüzüne doğru yol alırken görmüştüm onları: Sabahattin, Nazım, Ali ve Hikmet. Dört çocukluk arkadaşı hücrelerinden çıkartılarak günlük havalandırma ihtiyaçlarını gidermek için hapishane avlusuna çıkartılmıştı. Her biri kolunu tutan bir gardiyan eşliğinde, başları önünde; bir jandarma önlerinde, diğer jandarma arkalarında, başgardiyan hepsinin önünde tek sıra eşliğinde avluya doğru çıkartıldılar. Benim onlara baktığımı gören gardiyanlardan birisi "Ressam İbrahim, içeri gir." dese de başgardiyanın "Rahat bırakın, kuşlara yem veriyor İbrahim." demesi ile onlara bakmaya başladım. Onlar ise bu konuşmaya hiç aldırış etmemişti.


Dört arkadaş avlunun her bir duvar dibine geçip, yere oturup avlunun duvarlarına dayadılar sırtlarını; başlarını kaldırıp, dördü birden gökyüzüne bakıp önce derin bir nefes aldılar, sonra Nazım tabakasını çıkartıp bir sigara sardı. Ardından tabakayı Hikmet'e doğru attı. Hikmet de Nazım'ın yaptığı gibi bir sigara sardı, sonra Sabahattin’e, sonra da Ali'ye doğru gitti tabaka, her biri aynı anda bir nefes aldı sigaralarından. Bu her şeyde böyle olurdu. Yemek yerken, su içerken yaşça en büyük olandan en küçük olana doğru başlarlardı her şeye. Onları ne zaman görsem adeta tarihte yüzyıllar içerisinde yaşamış dört büyük filozof ile karşılaşmış gibi olurdum.

Sanki zaman bir geri bir ileri gitmiş; Marx, Heraklitos, Konfüçyüs, Kant bir araya gelmişti. Nazım, Karl Marx'ı savunur, kapitalizme sinirlenirdi. Hikmet, Heraklitos'a hayran, her şeyin değişmesi için mücadele eden, “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz.” diyen biriydi. Sabahattin ise Konfüçyüs’u savunup erdemli insan olmak ve uyum içinde yaşamaktan bahsederdi. Ali ise hepsinden farklıydı. Kant’ın fikirlerini o kadar benimsemişti ki her şeyi akla ve akıllı insanlara bağlamıştı. 


Bu dört filozof, bu dört arkadaş daha öğrencilik yıllarında birbirlerini bulmuş ve ardından bir dergi çıkartıp fikir ve düşüncelerini bütün ülkeye anlatmaya çalışmayı seçmişti. Ancak mevcut hükûmet bu dört arkadaşı toplum ve devlet için zararlı görmüş, mevcut hükûmetin birçok bakanı bu dört arkadaşa cephe almışlardı. Önce Nazım'a dönemin fabrikalar sahibi sanayi bakanı, "vatan haini" demiş, bunun ardından sürgüne ve hapse göndermiş, ardından Hikmet ise her şeyin değişmesini savunurken dönemin muhafazakâr olarak geçinen, sonradan bir ahlak baskınında yakalanan bir grup milletvekili tarafından "toplumun ahlakını değiştirmeye çalışıyor" diyerek hapse atılmış. Sabahattin ise erdemli insan olmak dediği için devlet ve toplum ilişkilerinde toplumu erdemsiz olarak belirtip dış ülkelerin gözünde ülkeyi küçük gösterdiği gerekçe gösterilerek genç yaşında sürgün ve hapishane ile tanışmıştı. Ali ise bilimi savunmasının kurbanı olmuştu. Ona göre akıl her şeyin üstündeydi. Dogmatik bilgiler bizi yönlendiremez demesi. Bu düşünceleri dönemin din işleri yönetimini çok kızdırmış ve halkın değerlerine hakaret suçu işlediği gösterilerek birkaç yıl mahkemelerde sürünmenin ardından diğer arkadaşları ile birlikte cezaevine girmişti. Bu dört arkadaş hakkında açılan davalar, çıkartılan haberler dönemin iktidarının ekmeğine adeta yağ sürmüş, hükûmetin ve yandaşlarının karalama kampanyaları sayesinde henüz yeni yeni aydınlanmaya kavuşan ülkenin insanlarına da haklarında çıkartılan yalan ve yanlış haberler sonucunda bu dört arkadaşa karşı halkın içine kin ve nefret tohumları ekilmişti. Nazım'ı, Hikmet'i, Sabahattin’i ve Ali'yi her gün öğlen sıcağının ardından bu avluya çıkartıp on beş dakika havalandırmaya çıkarttıktan sonra hücrelerine geri götürürlerdi. Dördü de başlarına gelen olayların sonucunda haklarını, kendilerine yapılan ve söylenenlerin yanlışlıklarını ne kadar anlatmış olsa da onlara karşı olanlar her seferinde onların suçlu olduklarını ve idam edilmelerini savunur olmuşlardı. Birkaç ay önce hapishanedeki herkes bu dört arkadaşın idam edilip edilmeyeceğini tartışırken artık herkes idam gününü bekler olmuştu. Ben ise her gün kuşları beslemeye çıkmadan önce korku ile avluya bakar olmuştum. Günler, haftalar ve aylar geçmiş, nisan ayının ilk günlerinde hapishanede çıkan bir isyanda Sabahattin ve Ali "vatan haini" denilerek öldürülmüş, olayı anlatan gazeteler kimin veya kimlerin yaptığının bulunamadığını yazmıştı. Kimsenin üzerine gitmediği bu olayın ardından bir haziran günü sabahında önce Nazım'ın sonra da Hikmet'in ölüm haberini almıştık. Hassas bir kalbe sahip olan bu iki insan kendilerine yapılanlara, arkadaşlarının öldürülmesine daha fazla dayanamamış ve kalp krizi geçirerek değiştirmeye çalıştıkları bu dünyadan göçüp gitmişlerdi.


Bütün bu olanlar ruhumda derin bir his ve acı bırakmış, kendimi tamamen resme ve sanata vermeye itmişti. Tuval ve boyalar ile anlatmaya çalışmaya çalıştıklarımı bütün dünyaya duyurmak amacıyla sıcak bir haziran ayında uzun zamandır kaldığım bu cezaevinden serbest bırakılarak yeni hayatıma doğru yol almayı seçmiştim.

 

 

Bu öyküde Ressam İbrahim Balaban, Nazım - Hikmet ve Sabahattin - Ali tamamen kurmaca ve hayal ürünü olarak yansıtılmıştır.